Banka
Ahmet Muhit

            Sokaklarını temizlediğimiz bu şehri artık kirletebilirdik. Atakan’ın belediye başkanına ettiği küfürlerin ardı arkası kesilmiyordu.
-“Ulan kalleş, ulan haysiyetsiz herif! Dört yıllık mezunum ben, Şerefsiz! Geldim buraya çöpçülük yapıyorum. Senin gibi cahillere kaldık.”dedi.
Başkan yediği yumruğun ağırlığıyla sağ gözünü tutuyor, Hamza ise Atakan’ın ağzını kapamaya çabalıyordu. Güvenlik görevlileri geldi. Bellerinden çıkardıkları coplarla Atakan’a ve Hamza’ya vurmaya başladılar. Atakan yediği son darbeyle yere yığıldı. Hamza onu o halde görünce son gücüyle toparlandı. Aklına Atakan’ın yedi sekiz yaşlarındayken mahalle maçında düşüp dizini parçaladığı geldi.
“Durun lan durun!!!” diye bağırdı.
“Durun lan dokunmayın artık yeter. Tamam, çıkıyoruz dışarıya.” Dedi öfkeyle.
Güvenlik görevlileri, aralık kapının arasından olayı izleyen haysiyetsiz başkanın kafasını sallaması ile durdular. Atakan hafif doğruldu. Hamza çocukluk arkadaşının belinden tutarak ellerini omzuna yerleştirdi. Dışarıya doğru ağır aksak yürümeye başladılar. Burnundan kan geliyordu. Bu onu sersemletmişti. Akan kanın izi başkanın odasının iki metre ilerisinden başlamış çıkışa kadar nokta nokta devam ediyordu. Hamza kapıdan çıkmadan son kez arkasına doğru baktı. Ellerindeki copları avuç içlerine vurarak “hadlerini bildirdik” diye içlerinden gurur duyan iki güvenlik görevlisi ve haysiyetsiz başkan onların gidişini izliyorlardı. Hamza’nın gözleri yere doğru eğildi. İki adımda bir Atakan’ın kanı damlalar oluşturmuş, belediyenin zemindeki donuk fayanslarına renk katmıştı.

Döner kapıdan ite kaka dışarı çıktılar. Soğuk yüzlerine çarptı. Atakan sanki ayılır gibi oldu. Hamza “Burnunu tut, burnunu. Kafanı yukarı kaldır.” dedi.
Belediyenin önündeki banklardan birine oturdular. Atakan tuttuğu burnunu bıraktı. Kafasını geriye doğru yasladı. Hamza cebinden bir mendil çıkarıp Atakan’ın burun deliklerinden birine soktu.
Atakan “Yavaş ol lan yavaş” dedi.
Hamza sert bir hareketle elini Atakan’ın alnına yerleştirdi.
“Kaldırma kafanı.” dedi.
Diğer eliyle başka bir mendil aradı. Peçete buldu. Açık olan burun deliğine yerleştirdi. Bir süre sessizce orada oturdular. Çantasından bir şişe su çıkardı. Çantasını yanına aldığının farkına o anda vardı. Atakan’ın yüzüne baktı. Gözlerini kapatmış uyuyor gibiydi. Suyu içmeye başladı. Kapağını kapatırken “Atakan su içer misin?” diye sordu. Cevap gelmedi. Avuç içine döktüğü su ile Atakan’ın yüzünü ıslattı.
Atakan soğuğun etkisi ile “Lannn” diye gözlerini açmaya çalıştı. Etrafına baktı. Yüzünü ovuşturdu. Hamza’yı görünce rahatladı. “Hadi kalk gidelim artık” dedi Hamza. Kalktı. Üstündeki kanları gördü. “Hadi” dedi.
Ağır ağır yürümeye başladılar. Atakan belediye binasının bahçesindeki fıskiyenin yanından geçerken içine tükürdü.

Karanlık sokakları aydınlatan ışıklar artık geçtikleri sokakları aydınlatmıyordu. Atakan üniversiteden mezun olunca hayal ettiği bisiklet gezisine ekipman sağlayacak parayı bulamamıştı. Yaptığı her başvuru geri çevirilince işi inada bindirmiş bu parayı bulmak için her işi yapacağını söyleyip durmuştu. Sonra Hamza’yı arayıp bir iş ayarlayıp ayarlayamayacağını sordu. Belediyede çöpçülük yapan Hamza, başkanla konuşacağını söyledi. Başkan babacan adamdı. Hamza öyle sanıyordu. Atakan’dan bahsedince biraz mırın kırın ettikten sonra kabul etti. Hatta “üniversite mezunu çöpçü” diye dalgaya aldı, güldü. Aradan iki hafta geçti. Atakan başkanın odasının önünden geçerken aralık kapıdan içeri gözü takıldı. Başkan makamına yayılmış televizyona bakıyordu. Önündeki çayın dumanı üstündeydi. Aynı anda telefonu çaldı. Atakan duraksadı.  Birkaç saniye sonra Başkan karşısındaki kişiye bağırmaya başladı. “Hayır, kardeşim hayır olmaz. Tamam, bir bölümünü verin. Tamam, gerisi benim hesabıma! Bekliyorum yatır yatır yatır, tamam. Anladım tamam. Manşetlerde mi? Eee şey yazın; “Belediye Başkanından Yetimlere Büyük Yardım” diye bir başlık atabilirsiniz. Evet, kardeşim tamam senin payın da hazır merak etme. Evet konuştuğumuz gibi. Tamam görüşürüz.”
Başkan ellerini ovuşturdu. Önündeki çaydan bir yudum aldı.
“Ohh gelsin paralar.” dedi.
Kapı arasından izlendiğini fark etti. Bu kez o duraksadı. Atakan içeri daldı.
“Ulan şerefsiz! Vergilerden yardım adı altında cebine para mı indiriyorsun sen, haysiyetsiz köpek!”
Başkan ayağa kalkarken çayı önünde bulunan evraklara döküldü. Atakan başkanı yakasından tuttu.
“Şerefsiz!” dedi.
Başkan masanın altındaki butona basarak güvenliği çağırdı. Atakan sağ yumruğunu başkanın sağ gözüne indirmişti bile. Başkan sol tarafta bulunan masa üstü bilgisayarının üstüne düştü. Bilgisayar devrilirken kapandı. Hamza başkanı sevdiğinden zili duyunca başkanın odasına koştu. İçeri girdiğinde başkan yerde, Atakan ise başında küfürler savuruyordu. On on beş saniye sonra arksından gelen üç güvenlik görevlisi Atakan’ı kollarından tutarak dışarı çıkardı. Hamza olaylara anlam arayışındayken bir taraftan da kayıtsız kalamayacağı sonucuna vardı. Ya başkanı kaldıracak işine devam edecekti ya da Atakan’ın yanında yer alacaktı. Güvenlik görevlilerinin peşinden gitmeyi tercih etti. Başkan yerde kıvranıyor gözünü tutuyordu. İnatla ayağa kalkmıyordu. Güvenlik görevlilerinden biri geri döndü, odaya yöneldi. Başkanı ayağa kaldırmak için yanına gitti. Bu sırada güvenlik görevlileri Atakan’ı kontrol altında tutmaya çalışıyor, Atakan ise onlardan kurtulmak için çırpınıyordu. Başkan nihayet ayağa kalkmış kapı aralığından sol gözüyle onları izliyordu.

Atakan uzunca bir süredir önüne bakıyordu. Derin bir nefesin ardından “Bunların düzenine ....” dedi.
Hamza hiç oralı olmadı. Saate baktı. Gece yarısı olmuştu.
“Bok vardı gittin başkana yumruk attın, bok vardı. Ulan bir işim vardı, onu da kaybettim. Küçükken de böyleydin sen! Hep başımı belaya sokardın. Durup durup çocuklara sataşırdın. Kaç kere yumruk yedim. Bana faydan var mı lan senin?” dedi.
Atakan mahcupluk ve sessizlik arasında kalmış bir şekilde dinliyordu.
“Ha, benim misketleri çalıp kaçan çocuğu yakalayıp dövmüştün. Onu unutmam mesela.” dedi.
Atakan’ın evinin önüne gelmişlerdi.
“Burnun nasıl dur bakayım.” dedi.
Elleriyle içi peçete dolu şişkin burnuna dokundu. Atakan hafifçe “ah” çekti.
“Tamam, bir şey yok yine yırttın. Kırık falan da yok.”
Atakan ceplerini karıştırdı.
Hamza “Ne arıyorsun?” dedi.
 “Anahtarlarımı” dedi. Biraz sonra aradığını buldu. Boynu bükük bir şekilde içeri girdi.

Hamza arkasından baktı. Düşünmeye başladı. Karanlık bir sokakta yalnız başına yürümek ne demekti. Çaresiz. Kimsesiz. Karanlığı yırtıp gidiyordu. Artık bir işi yoktu. İşsizlik kötüydü. Dışlanma, ulu orta kalma ve hatta aç kalma ile eş değerdi. Köpek ulumaları ile geceyi sahilde oturarak geçirdi. Sabaha karşı eve döndü. Kapıyı ses yapmadan açmaya gayret gösterdi.  Dikkatli adımlarla yürüdü bir şeyi devirmemek için. Salona baktı. Sessizdi. Yatak odasına yöneldi. Karısı uyuyordu. Uyandırmadı. Gerisin geri salona döndü. Elektrikli sobayı açtı. Üçlü koltuğa çöktü. Dünyanın bütün sabahlarının yükünü öylece oraya bıraktı. Göz kapaklarına direnecek ve düşünecek gücü bulamadı kendinde. Nefesi yavaşladı ve uykuya daldı.



“Günaydınlar efendim, paşamız gelmiş.” diyerek odanın içine giren eşi Hamza’nın içindeki derin sessizliği bozdu. Hamza önce kulaklarını sonra gözlerini açtı. Gözlerini ovuşturdu. “Ne oluyor yahu?” dedi. Eşi geceliğini düzeltiyordu. Masadan kumandayı eline almadan tuşuna basıp televizyonu açtı. Mutfağa gitti. Çay suyu koydu. Geri geldi. Sabah yüzünü bile yıkamadan yaptığı rutin işlerin ilkiydi çay suyu koymak. Hamza’ya baktı. Bitik haldeydi. Kafasını iki yana sallayarak banyoya yöneldi. Hamza arkasından bağırdı.


“Ne oluyor dedim?” dedi. Karısı hiç oralı olmadı. Yüzünü sabunla yıkadı. Aynaya baktı. Temizlikten emin olunca musluğu kapattı. Havluyla yüzünü sildi. Salona gelirken omzuna attığı havluyu Hamza’ya fırlattı.
“Dün gece nerdeydin be nerdeydin? Kaç kere aradım seni! İnsan bir haber verir. İnsan bir cevap verir. Ne biçim insansın sen? Evin yolunu bilmiyor musun? Bir karın olduğunu bilmiyor musun?” Karısı cevap almaktan çok gecenin öfkesini kusmak için konuşuyordu. Haklıydı. Bunu da sonuna kadar kullanacaktı. Hamza utandı. O arbede içinde hiç aklına gelmemişti telefonuna bakmak. Hemen telefonunu çıkardı. Yirmi bir cevapsız çağrı, altı mesaj vardı. Karısının haklılığı karşısında iki büklüm oldu. Karısı o kadar haklıydı ki bu haklılık onu bir zalime çevirebilirdi. Çevirecekti de. Susmakla yetindi. Televizyona boş boş bakarken “Kovuldum.” dedi. Göz göze gelmek yıkıcı olacaktı. Televizyona bakmak iyi seçimdi. Karısı bir şey demedi. Mutfağa gitti. Kahvaltı hazırladı. Demlenen çayı bardağına doldurdu. Hamza bu sırada üstünü değiştirdi. Dış kapının önünde ayakkabılarını ararken karısıyla göz göze geldiler. Mutfaktan onu izliyordu. Bir süre kapının önünde oyalandı. Belki karısı “Bir bardak çay iç öyle git.” der diye bekledi. Ama demedi. Karısı hiçbir şey demedi. Uzun süre oynadığı ayakkabı bağcıklarını sonunda bağladı. Kapıyı gürültüyle çekti arkasından.

Merdivenleri inişini duydu karısı. Kahvaltıyı kendisi yaptı. Kocası ne yer, parası var mı acaba diye düşünmedi. Artık buna gücü kalmamıştı.


Atakan’ın yanına gitmeye niyetlendi. Başka nereye gidebilirdi ki zaten. Merak etti onu. Aradı. Atakan açmadı. Mesaj attı. “Geliyorum.”
Mahalle bakkalına girdi, iki ekmek altı yumurta aldı. Atakan’ın kapısına gelince zile bastı. Atakan daha uyanmamıştı. Hayal meyal zilin sesini duydu. Kolundaki saate baktı. Öğleni geçmişti. Zil tekrar çaldı. Hamza’nın mesajını okudu. Yataktan fırladı. Her yeri kaskatı kesilmiş ve acıyordu. Kapıyı açtı. Karşısında duran Hamza’yı önce seçemedi. Gözündeki çapakları temizledikten sonra “Hoş geldin.” dedi.  Hamza asık yüzü, umutsuz tavrı ve elindeki poşetle içeri girdi. “Al şunu al başımın belası.”dedi. Uzun holü adımladı. Kendi evinde dolaşır gibi salona geçti. Bir ayağı kısa olan masanın altındaki taşı gördü. Bir tebessüm belirdi yüzünde. Bu sık olmazdı. Kül lekesi olan koltuğu eliyle süpürdü. Oturdu. Arkasından gelen Atakan ona baktı.
‘’Ev biraz dağı…’’ diyecekti ki Hamza eliyle sus işareti yaptı. Evin sessizliğini, başarısız mimari yapısını, eşyaların düzensizliğini, alçısı dökülen duvarlarını,  duran kırık aynayı ve nicesi bozuk ayrıntıyı gözleriyle şöyle bir süzdü.

 


‘’Yumurta aldım çünkü kahvaltı yapmadım. İşsizim. Eşime bunu söyledim. Bir şey söylemedi. Demlediği çaydan bir bardak içer misin diye bile sormadı.’’Yüzünü önüne düşürdü. Atakan mutfağa yöneldi. Hamza masanın üstünde duran sigaradan bir tane aldı. Cam kenarına geçti. Perdeyi araladı. Sigarayı ağzına götürdü. Yaktı. İlk nefesi içine çekmesiyle öksürmesi bir oldu. Elinde tepsi ile içeri giren Atakan
“İçme, içemezsin. Hiç içemedin, denem.” dedi.
Hamza sigarayı cam kenarındaki mermere bastırdı. Masaya geçti. Ekmeği ikiye böldü. Bir zeytin tanesi aldı, ağzına attı. Hiç konuşmadılar. Yemek bitene kadar ikisi de sessizdi. Buhranlı hava iki adamın da dertlerinden oluşuyordu. Hamza dün geceyi hatırladı. Söze başladı.
“Bok vardı yetimin hakkını korudun. Al biz yetimiz şimdi bizi kim koruyacak.’’ Hamza önündeki su bardağının dibindeki suyu içti. Atakan kaşla göz arasında burnunu tuttu. Hamza burnunu hatırlatmak isteyen Atakan’ın blöfünü yemedi.
“Bana burnunu gösterme! Konuyu değiştirme, ben ne yapacağım onu söyle. Sen okumuş adamsın bir yolunu bulur geçinirsin. Ya ben! Evli ve sorumlulukları olan biriyim. Senin gibi sorumsuzca davranamam.” dedi. Atakan ayağa kalktı. Daralmıştı. Sigara paketinden bir dal aldı. Hamza’nın sigarasını söndürdüğü yere geçti. Bu sefer kendisi sigara yaktı. İlk nefesi içine çekti. Öksürmedi. Perdeyi araladı. Camı açtı. İçeri giren ışık yüzüne vuruyordu. Oda biraz aydınlandı.
“Ben korkmuyor muyum sanıyorsun? Senin kadar bende korkuyorum düşmekten. Ama seni bu kadar üzmek istemezdim. Bir hal çaresine bakacağız kardeşim merak etme.”dedi.
Hamza da aynı yere yöneldi. Arkadaşının üzüntüsüne kendi üzüntüsünü ekledi sanki. Elini omzuna attı. Atakan’ın baktığı yerden sokağa baktı.

 

Aradan üç gün geçti. Eşi Hamza ile hala konuşmuyordu. Faturalar geliyor, Hamza görmemek için gece yarıları eve giriyordu. Gün içinde pek fazla bir şey yemediğinden gece dolaptan bir şeyler almak için dolap kapağını açtığında acı gerçekle yüzleşecekti. Faturalardan kaçardı. En azından bir süre... Fakat açlık, yokluk, midesinin gurultusu onu gerçeklerle yüzleştirecekti. Karısı ne yiyor ne içiyor diye düşündü. Ocağın üstünde duran tencerenin kapağını açtı. İçinde sade makarna vardı. Bir tabakta kendisine koyup yemek istedi. Yapmadı. Yapamadı. Bir bardak su içti. Atakan’ı aradı. Uzun uzun çalan telefon sesinin arkasından Atakan cevap verdi.
“Alo”
“Sahile gel.”
“Tamam.”
Kısa konuşmanın uzun hali şöyleydi: “ İyi değilim gel derdime ortak ol. Her şey bombok. Bokun içine battık.” Evden çıktı. Sahile yürürken cebindeki kuruşları saymaya başladı. Cebinde iki simit parası ancak vardı. Karanlık sokaklardan geçerken sokak lambalarına baktı. Hemen altında oluşan gölge ne kadar da ihtişamlıydı. Bu ben miyim, diye sordu. Kendisinin ne kadar büyük olduğunu gördü. Yürümeye devam etti. Sahil göründü. Korkulukların önünde elleri cebinde denize bakan Atakan’ı seçti. Yürümeye devam ederken simitçinin yanından geçti gitti. Aç karnı kendini hissettirdi. Geri döndü. Gecenin bu saatinde simit satabileceği ihtimalini unutan simitçi bile bunu düşünmüyordu. Eskiden olsa simitler taze mi diye sorardı. Ama şimdi bunu soracak kadar bile parası yoktu.
“İki simit ver. Bayat olsun.” dedi.
Simitçi önüne bakıyor, kulağına dayadığı radyoyu dinlediğinden, onu duymadı. Hamza arabanın camına vurdu. Simitçi irkildi.
“İki simit dedim.”
Adam yerinden kalktı.
“Tamam, abi.” dedi.
Simitleri gazeteye sarıp, poşete koydu. Uzattı. Parayı aldı. Gerisin geri yerine oturdu. Kendini radyoya bıraktı. Hamza denize yaklaştıkça dalgaların sesi, vapur sireni ve martı sesleri artıyordu. Atakan adımlarını duyduğu Hamza’nın geldiğini düşünerek arkasını döndü. Vapur büyük bir sesle kalktı. Arkasında derin dalgalar bırakarak uzaklaştı. Hamza, Atakan’a baktı.
“Simit aldım.”
“Bayattır o, bu saatte simit mi alınır?”
“Keyfimden almadım.”
“Tamam oğlum bir şey demedim.”
Hamza poşetten çıkardığı simitten bir ısırık aldı. Gerçekten taş gibi diye düşündü. Yenmeyecek kadar zorluyordu çenesini. “Ah bir çay olsa.” dedi.  Zar zor ilk lokmayı boğazından geçirdi. Yeni bir vapur geldi. Isırdığı simitten çıkan ses, vapurun sesi altında ezilmişti. Atakan elindeki simide baktı. Sessizce
“Ulan ne hallere düştük.” dedi.
Hamza karanlık denize bakıyordu. Atakan da uçan martılara baktı. Hamza söze girdi. “Hatırlıyor musun, küçükken mahallenin aşağısındaki tren garında misket turnuvası yapıyorduk. Her mahalleden gelen çocukları bir bir yenip evlerine göndermiştik. Sonra yenilen çocuklar abileri ile gelince korkudan ne yapacağımızı bilemeyip nasıl koştuysak artık eve hava kararınca dönebilmiştik.” dedi.
Atakan umursamaz bir tavırla Hamza’ya baktı.
“Eee” dedi.
 Hamza anıların heyecanı ile elini kolunu ilk kez hareket ettiriyordu. Cansız bedeni sanki hafızasına ‘anı jetonu’ atıldığında hareket ediyordu. Devam etti.
“Orada topladığımız misketler hala bende biliyor musun? Saim abinin oğlu Ahmet’in gömdüğü misketler, Taşınan Halil’in yağma diyerek attığı misketler de hala bende. Bunlar var geçmişten getirdiğim, bir de sen varsın kardeşim.” dedi.
Atakan soğuktan üşüyen ifadesiz yüzü ile gülümsemeye çalıştı. “Merak etme kardeşim, kurtulacağız inşallah.”dedi.
Tekrar denize baktılar. Bir süre bedenleri öylece yan yana durdu. Atakan üşüyen ellerinin arasındaki kaskatı simide baktı. “Para lazım.” Hamza’nın sağ omzuna elini koyan Atakan martılara bakarken tekrarladı. “Para lazım Hamza, para. Anlıyor musun?’’ dedi.
Hamza oralı olmadı. Önce karısını düşünmeye başladı. Sonra da birazdan kalkacak vapurdaki asaleti düşündü. Onun peşine takılacak martıların haykırışlarını düşündü. Elindeki simitten bir parça ısırdı. Ağzındaki lokmayı üç kere çiğnedi ve yuttu. “Ne için lazım para.” dedi.  Atakan elindeki henüz ısırılmamış simide tekrar baktı. “Bir daha simit yememek için.”

Aradan bir hafta geçti. Evdeki huzuru kaçan Hamza iş ilanlarına bakıyor, aradığı her yerden olumsuz yanıt alıyordu. Karısı artık Hamza yokmuş gibi davranıyor, yaklaşan tehlikeyi önceden sezmesi için elinden geleni ardına koymuyordu. Atakan ise evde kös kös oturuyor, annesinin köyden gönderdiği erzakla ve az miktardaki para ile geçiniyordu. Atakan için tek sorun evin ısınmaması idi. Onun dışında pek problemi yoktu. Köyden gelen kavanozları açınca içinden çıkan çökeleğe kaşığı daldırdı. Salona geçti. Kendisini boşluğa bırakır gibi koltuğa bıraktı. Elindeki çökelek kavanozunu kenara koyarken kumandayı aldı. Televizyonu açtı. Köşede duran eski battaniyeyi koltuktan kalkmadan uzanarak üstüne çekiştirdi. Televizyondaki magazin programlarını izlemeye başladı. Gözleri yarı uykulu bir hale geldiğinde reklam arasına girdi. Gözleri açıldı. Pür dikkat izlediği reklamlarda bir bankadan söz ediyordu.  Find The Human Capital Banks isimli, Türkiye’ye yeni gelmiş İngiliz bir banka 1,14 faizle kredi veriyordu. Atakan kafasında yanan ampulle direkt telefona sarıldı. Hamza’yı aradı.
“Alo”
Hamza yorgun ses tonuyla yanıtladı.

“Efendim.”
“Kardeşim yırttık.”
“Nasıl ?”
“Bana gel anlatacağım.”
Hamza birden heyecanlandı. Oturduğu köşeden kurşun gibi fırladı. Karısı yatak odasında perde asıyordu. İçeri girdi. Ellerini önünde, dudağını bükük çocuk gibi onu izlemeye başladı. Gülümsedi.
“Gülseren tamam hallettik.” dedi.
Karısı perdeyi asmaya devam etti.
“Gülseren” dedi Hamza.
“Duymadın mı?”
Uzun zamandır suratına bakmadığı adamın çırpınmalarına kayıtsız kalamayan Gülseren, önündeki perdeden bir an kafasını çevirdi. O ifadesiz tavrıyla sadece bir iki saniye umudum yok dercesine baktı. Hamza odadan çıktı. Kendisini kanıtlaması gereken çaylak bir itfaiyeci gibi bu ateşi söndürmesi gerekiyordu.


Kapı çaldı. Atakan sırtına attıığı battaniye ile kapıyı açtı. Hamza içeri girdi. Salona geçtiler. Artık boğazına dayanan giyotinin baskısına dayanamayan Hamza ayağı kırık olan masaya oturdu. Ellerini masaya koydu.
“Anlat.” dedi.
“Reklamları izliyordum. Yeni bir banka var adı Find The Human bilmem ne. Neyse konu bu değil. 1,14 faizle kredi veriyor. Biz bir dükkân açalım. Ne dersin?”
Hamza anlamsızca baktı. Kafasındaki oluşan tek soruyu direkt sordu.
“Hangi para ile?”
“Bende bir şey yok.” diye yanıtladı Atakan. Devam etti. “Senin babandan kalan evi ipotek ettirelim.” Hamza kaşlarını çattı. Atakan’ın yüzüne dik dik baktı.
“Yok artık.” dedi.
“Başka çaremiz var mı?” diye sordu Atakan.
Hamza “Hadi lan oradan!” dedi. Susup önlerine baktılar. Başka çare olmadığını ikisi de biliyordu. Çıkmaz sokağın sonunda açılacak umut kapısı olarak görüyorlardı bankayı. En azından Atakan kesinkes böyle görüyordu.
Hamza kaşlarını hafifçe kaldırdı. “Oğlum tefeciye gitsek daha iyi.” dedi.
Atakan kahkahayı patlattı. Ağzını açtığında tüm dişleri inci taneleri gibi ortaya çıktı. Birden ağzını kapattı. Ciddiyetle yanıtladı. “Merak etme bu da tefeci, modern tefeci.”

Gülseren içine kapanık sessiz bir kadındı. Her şeyi susarak anlatırdı. Karşısındakine kızdıysa bağırıp çağırmak yerine susar ve anlaşılmayı beklerdi. Eşinden beklediği desteği alamayınca, zengin mahallelerinde bulunan dairelerde gündeliğe başladı. Eline geçen üç beş kuruş evin mutfak masrafına ancak yetiyordu. Bazı faturaları ödemeye bile başlamıştı. Bir eşi olduğunu kimi zaman unutuyor, Hamza kendini fark ettirdiğindeyse bakmak zorunda olduğu bir yük gibi görüyordu. Gel zaman git zaman biraz olsun belini doğrulttu genç kadın.

Gülseren haberi bir telefon mesajı ile aldığında kirli çamaşırları renkliler ve beyazlar diye ayırıyordu. Bir kadın kirli sepetinin başında ne kadar da kırılgan olurdu. Bir kadının en savunmasız olduğu andı belki de. Artık tahammülü kalmamıştı. Durmadan annesinden duyduğu cümleler beyninde dolanıyordu. “Bu sünepe kocanı bırak gel kızım, sana kapımız hep açık. Bak daha kötü işler açacak başına. Allah korusun sana bir şey yapar diye gece uyku tutmuyor.” Sepetin üstüne çömelip hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Dayanamıyordu. Eşi gelmeden hazırlanmalıydı. Küçük el valizine bir eşyasını koysa, yatakta büzülüp on- on beş dakika ağlıyordu. Böyle böyle yaklaşık bir saat sürdü üç kazak iki pantolonu valizine koymak. Annesini aradı.  “Geliyorum.” dedi. Annesi hiçbir şey sormadı. Hiçbir yanıt beklemedi. İstediği şey olmuştu. Biraz olsun içi rahatlamıştı.
Gülseren bir kâğıda “Tahammülüm kalmadı. Bursa’ya gidiyorum.” yazdı. Bunları yazarken iki damla gözyaşı kâğıdın üstüne düştü. Düşen gözyaşları cümlenin son noktası mıydı yoksa devamı gelecek bir cümlenin başlangıcı mıydı, kestiremedi.


Hamza eve geldiğinde masanın üstündeki kâğıdı gördü. Gülseren’i aradı. Ulaşamadı. Atakan’ı aradı. “Hadi gidelim şu bankaya.” dedi.  Atakan “Belgeler hazırsa gidelim.” dedi. Kırk beş dakika sonra bankanın önünde buluştular. Camları şeffaf olan bu bina çok güzel dizayn edilmişti. Hamza büyülendi. Siyah bir fon üzerine büyük harflerle Find The Human Capıtal Banks yazıyordu. Dilimizin ne kadar yozlaştığını göremedi. Türkiye ne kadar gelişmiş diye düşündü. İçeri girdiler. Müşteri temsilcisi ile görüştüler. Çaylar içildi. Evraklar imzalandı. Hamza’nın aklına eşi geldi. Atakan’ın kulağına eğildi. “Gülseren gitti.” dedi. Atakan elini omzuna koydu. İçini ferah tut der gibi gülümsedi. 50.000 kredi için 1,14 faizle 48 ayda 68.529.12 ödeyeceğini belirten kâğıdı cebine koydu. Artık iş Atakan’daydı. Üç gün sonra para hesaplarına yattı. Önce güzel bir kahvaltı yaptılar. Hamza eşinin gitmesine içten içe üzülüyor, ama kendisini kanıtlayabileceği için de bankaya şükrediyordu. Lafı eşine getirip “Göreceksin Gülseren göreceksin.”diyordu.  Atakan ise gülümsüyor “Güzel şeyler ayağına gelmez, gidip kendin alırsın.” diyordu.

Aradan üç hafta geçti. İki arkadaş dükkânı açtılar. Her ay 1427,69 lira bankaya ödemeleri gerekiyordu. İlk ay ödeyemediler. Sonra işleri açıldı. İşler açılınca Hamza’nın özgüveni yerine geldi. Eşini aradı. “Yakında gelip seni alacağım. dedi. Gülseren tepki vermedi. Annesinden gizli açtığı telefonu annesi görünce aceleyle kapattı. Ama kocasını özlemişti. Sesini duymak hoşuna gitti. İçine umut tomurcuğu düştü. Her an açılabilecek umut tomurcuğu.
Altı ay sonra işleri kötüye gitti. Ülkenin ekonomi politikaları yüzünden insanların ekonomik şartları bozuldu. Alım güçleri azaldı. Ellerindeki teknolojik aletler satılmamaya başladı. Banka ile araları bozuldu. Dolar arttı. Faizler birikti. Atakan banka ile anlaşmaya çalıştı. Olmadı. Geçen zaman içinde Hamza eşinin yanına dört kere gidip geldi. Son gidişinde “Bir daha geldiğimde beraber döneceğiz.” dedi. Gülseren Hamza’yı gördüğünde yüzünde kocaman bir tebessüm belirdi. “İnşallah” dedi. Uzun zamandır bu kadar özlem duyduğunu hissetmediğini hatırladı. Ağzından kaçan inşallah sözünü de unutmadı. Annesi de, Hamza geldiğinde çay ikram ederek buzların biraz daha eridiğini belli etti.

Sonunda olan oldu. Son çıkış kapısı olan bankanın kapısı yüzlerine kapandı. İcra önce dükkândaki taşınırlara el koydu. Dükkân battı. Yetmedi. Banka ipotek ettikleri eve haciz gönderdi. Atakan çıldırdı. Uğraşacak tahammülü kalmadı. Arkadaşını bu durumda bıraktığı için kendisinden utanıyordu. Her haltı kendisinin yaptığını bu garibanın da başını yaktığını düşünüp utanıyordu. Ağladı. Eski kıyafetlerini attığı kutunun dibinden Nagant marka silahını beline taktı. Hamza’nın yanına gitti. Hamza ağlıyordu. İçeri girdi. Hamza koltuğa çöktü. Atakan ise karşısında diz çöktü. Gözlerine baktı. “Her boku ben yaptım. İşinden oldun, eşinden oldun. Hepsi benim yüzümden, kardeşim demeye bile yüzüm yok artık. Ne desem boş biliyorum. Ne yapsam elime yüzüme bulaştırıyorum.” Dedi. Kapıda bekleyen icra memurları zili çalıyorlardı. Kapıyı açmadılar. Sıklaşan zil sesini sokakta oynayan çocuk sesleri bile bastıramıyordu. Atakan mutfağa yöneldi. Hamza oturduğu koltukta yüzünde kurumuş bir gözyaşı damlasının iziyle öylece duruyordu. Atakan bir bıçağı gazete kağıdına sarıp cebine yerleştirdi. Kapıya doğru yöneldi. Geçerken salona doğru kafasını uzattı. Hamza da Atakan’a baktı.
“Nereye?” diye sordu.
“Kardeşim her şey benim yüzümden oldu, farkındayım fakat daha son hamlemi yapmadım. Biraz sonra yapacağımdan sonra seni kimse rahatsız etmeyecek emin olabilirsin.” dedi.  Hamza kötü bir şey yapmasını engellemek için ayağa kalmaya çalıştı. Uyuşan bacakları buna izin vermedi. Sadece arkasından tekrar akan gözyaşları ile bağırdı.
“Atakaaaaaaaaannnnnnnnn!!!”

Atakan kapıyı açar açmaz kapattı. Ve icra memurlarının arasından geçip koşarak uzaklaştı. İcra memurları Atakan’ın arkasından baktı. Avukat polisi aradı. Çocuklar ise oyunlarına devam ederken olan biteni heyecanla izliyorlardı. Atakan koşmaktan yoruldu, bir duvar dibine çöktü. Cebindeki bıçağı çıkardı. Yeterince keskin olup olmadığını kontrol etmek için parmağına bir kesik attı. Ayağa kalktı. Belindeki silahı çıkarıp kontrol etti. Koşmaya devam etti. Beş dakika sonra Banka’nın önüne geldi. Bankanın ihtişamlı korunaklı camlarının karşısında dikildi. İçerideki insanlar ve çalışanlar ona bakıyordu. Banka’nın camındaki Find The Human Capıtal Banks yazısına baktı. Kafasını eğdi. Kanayan parmağına baktı. Kan kurumuştu. Telefonunu çıkardı. Hamza’yı aradı.
“Kardeşim finale hazır mısın?” diye sordu.
Hamza içine düştüğü boşluktan kafasını dışarı çıkaramayacak bir solucan gibi yanıtladı.
Kısık sesi ile “Neye?” diyebildi sadece.
“Birazdan kendimi öldüreceğim ve bu ölüm o kadar gösterişli olacak ki kimse benim kadar güzel ölemeyecek. Bu yaşayan prangalı insanlara öyle bir ders vereceğim ki kimse bunu anlayabilecek zekâya sahip olmadığı için kimse anlayamayacak. Tabi sen anlayacaksın. Sen zekisin. Sen benim kardeşimsin. Her şeyini kaybettin. Beni kaybetmen hayatında hiçbir şey eksiltmeyecek. Ama bana bir kere bile kötü bir şey demedin. Belki de senin yapmak istediğin ama yapmaya cesaret edemediğin şeyi yapıyorum. Senin beni öldürmeni beklemeden kendimi öldürüyorum. Hakkını helal et.”dedi. Telefonu kapattı. Yere attı.
Camdan içeri baktı. Sesli bir şekilde kahkaha attı. Birazdan ölecekti. Her şeyi yapma hakkına sahip olduğunu düşünüyordu. Banka’nın yazılarına yaklaştı. Bıçağını çıkardı. Sağ işaret parmağına daha derin bir kesik attı. İnsanlar artık onunla ilgilenmiyordu. Sevindi. Kuruyan yerden tekrar bir kesik attı. Parmağından akan kanlara bakıyordu. Yazıya elini uzattı. ‘Find’ yazan yerin yanına parmağını koydu. ‘İnd’ yazan yere ‘aiz’ yazdı. ‘Human’ yazan yere ise ‘aramdır’ yazdı. Sonra cama tıklattı. Herkes tekrar ona bakarken belinden silahını çıkardı. İçerideki güvenlik görevlisi silahı görür görmez kemerinde asılı olan silahı çıkarmaya çalıştı. Silahını güvenlik görevlisine doğrulttu. Güvenlik görevlisi ellerini kaldırdı. Sol eliyle onu dışarı çağırdı. Herkes korku içinde eğilmiş bekliyordu. “Telefonunu çıkar.” dedi. Güvenlik görevlisi telefonunu çıkardı.
“Söylediğim numarayı ara ve burada yazan şeyi karşıdakine bağırarak oku.” dedi. Güvenlik görevlisi Hamza’yı aradı. Bağırarak “Faiz Haramdır!” dedi. Atakan kendi beynine dayadığı silahı ateşledi. Beyin, kan, saç ve kemik parçaları cama yapıştı. Yere doğru akmaya başladı. Atakan yere yığıldı. Kafasının çevresinde küçük bir kan gölü oluştu.

Hamza sesi duyar duymaz ne olduğunu anladı. Çatı katına koştu. Ruhen öldüğünün farkındaydı. Fiziksel olarak ölen kardeşinin ruhunun çok uzaklaşmadığını düşündü. Ona yetişmek istiyordu. On dakika boyunca çatı katında bir sürü ıvır zıvır eşya içinde arayıp durdu. Terlemiş nefes nefese kalmıştı. Aradığı şeyi sonunda kırık bir sandığın içinde buldu. Elindeki torbanın içine yıllardır hapsettiği rengârenk misketlere baktı. Sadece renkleri güzel geliyor artık oynamak istemiyordu. Bu son hazinesini batan bir banka gibi dağıtmaya karar verdi. Kendinden küçük çocuklara yapacağı son iyilikti. Nesil devam etmeliydi. Kendisi zamana yenilmiş, fakat geride kalanların yenilmemesi için ekmeğini paylaşan asker gibi son hamlesini yapacaktı hayata karşı. Bu boynunun borcuydu. Çocuk seslerini duydu. Gururlandı. Çocukların yaşayacağı heyecanı düşündü. Balkona çıktı. Elindeki torbayı düğümlendiği yerden açtı. Misketleri avuç içine aldı. Gökyüzüne baktı. Alnında oluşan ter damlası gözüne düştü. İcra memurları, avukat ve bir polis kapıyı zorlayıp içeri girdiler. Yukarı doğru yavaş yavaş çıkmaya başladılar. Hamza ayak seslerini duydu. Birden sağ avucundaki misketleri balkondan dışarıya doğru fırlattı. Sokaklara saçılan misketler oynayan çocukların, yürüyen insanların üzerlerine düşüyordu. Küfür eden insanlar, kaçıp giden misketlerin peşinden koşan çocuklar oradan oraya koşturuyorlardı. Avucunun içindeki son misket tanelerini de bütün gücüyle göğe doğru attı ve kendisini boşluğa bırakırken bağırdı.
‘’Yağmaaaaaa’’

Yorumlar