Tamer

 


 

                Renkli kâğıtlarla süslenmiş vitrin camlarının önünden yarı aksak bir şekilde yürüyordum. Ucu yırtık ayakkabımın içine dolan su, ayak parmaklarımın uçlarını hafif hafif ıslatmıştı. Bu yaşıma rağmen, yağmur altında topuklarımın üstünde yürümeyi öğrenmiştim. Ayakkabılarımın altı çok ince olduğundan zemindeki taşların her zerresini, her adımımda hissediyordum. Sırtıma yüklediğim uzun siyah çöp poşetini yere doğru bıraktım. Elimi o karanlık deliğe doğru uzattım. Yağmur hızlanmıştı. Yağmur damlaları seyrek saçlarımın arasından alnıma doğru iniyor. Oradan da karanlık poşetime doğru düşüyordu. Nihayet aradığım yumuşaklığı buldum. Bir elimle saçlarımda biriken su damlalarını silerken diğer elimle beremi kafama geçirdim. Önümü, eski gümüş rengi montumun bozuk fermuarlarını umursamadan düğmeleriyle kapattım. Poşetin ucunu kıvırdım. Sırtıma yükledim. Tam yürümeye hazırlarken yaşlı bacaklarımı, yanımdan hızlıca geçen üniformalı gençlerin çarpmasıyla yere düştüm. Gençler çarptıkları insana bir an bakıp hiçbir şey olmamış gibi hızlı adımlarla yürümeye devam ettiler. Sanırım kaldırılmaya değer bir şey değildim. Etrafta yürüyen şemsiyeler ve kafalarını paltolarının arasına gömmüş insanlar hiçbir şey olmamış gibi yanımdan geçip hayatlarına devam ettiler. Doğrulmaya çalıştım. Olmadı. Tekrar denedim. Yine olmadı. Kendimi taş zemine sırt üstü bıraktım. Bir süre o şekilde yatmaya devam ettim. İstiklalin bu huyunu seviyordum. Normal bir şekilde olunca kimsenin ilgisini çekmiyordun. Ancak bu insan kalabalığının ortasında sırt üstü yatan biri olursan ilgi çekmen daha kolay bir hale geliyordu. Dizimde hafif bir acı seziyordum. Yattığımı gören insanların dikkatini çekmiştim. Göğe doğru bakarken gözlerimin önüne doğru uzanan suratlar göğümü kapatarak bu sefer yaşlı gözlerimin dikkatini çektiler. Kulağıma gelen fısıltılar dışında bir şey duymuyordum. Daha fazla ıslanmamam için iki kişi koluma girdi. Beni caddenin ortasından kaldırıp önünde taş çıkıntı olan bir kitap evinin önüne doğru oturttular. Birisi poşetimi getirdi. Diğeri koşup su aldı geldi. Yüzüme bakıyor, bir şeyler anlatıyorlardı. Birisi cüzdanını çıkarıp avucuma beş lira bıraktı. Kimisinin suratında kızgınlık, kimisinin suratında umursamazlık görüyordum. Başımı önüme eğip gitmelerini bekledim. Bu tavrım onları kızdırmış olacak ki yavaş yavaş uzaklaşmaya başladılar. Birisi omzuma vurup yüzüme baktı. Kafamı kaldırdım. Gülümsedi. Aynı şekilde karşılık verdim. Yanağımı okşayıp gitti. Herkesin gittiğinden emin olunca yerde bir şey arıyormuş gibi gözlerimi yere doğru düşürdüm. Bir müddet öyle durduktan sonra sızlayan dizime doğru bakmaya başladım. Sonra kuruyan dudaklarımı elimle yokladım. Yanıma bırakılan su şişesini aldım. Kapağını açıp şişeyi ağzıma dayadım. Boğazımdan geçen her yudum adem elmamın daha ileri atılmasını sağlıyordu. Suyu içince kendime gelmiştim. Sonra yarım bıraktığım işimi yani dizimi elimle yoklamaya başladım. Yine görünmez olduğumu düşündüğüm bir an da pantolonumu sıyırıp dizime baktım. Hafif bir sıyrık ve biraz kan vardı. Poşetimden temiz bir bez parçası çıkarıp ıslattım. Dizimi temizleyip aynı bez parçası ile düğüm attım. Sızı biraz hafiflemişti. Sırtımı kitapçının duvarına yaslayıp ayaklarımı caddeye doğru uzattım. Hava kararmaya yüz tutmuş kitapçı ışıklarını açmaya başlamıştı. Bu rengârenk düzen sanırım yeni yılın habercisiydi. İstiklal kalabalıklaşıyordu.

            Evsizler için, karanlığın çökmesiyle oluşan kalabalığa karışmak daha kolay oluyordu. Hava gerçekten soğumaya başlamıştı. Ben önünde oturduğum kitapçının içerisinden gelen sıcak duygularla gönlümü ısıtıyordum. Sessizlik bazen o kadar iyi hissetmemi sağlıyordu ki yüz metre ileride çalan davullar bile benim için yok hükmündeydi. Poşetimden çıkarttığım battaniyemin birazını altıma birazını da üstüme alarak ısınmaya çalışıyordum. Poşetin alt kısmında bulunan ‘’sağır ve dilsiz’’ yazısını da önüme bıraktım. Acıkmaya başlamıştım. Şimdi soğuğun yanında bir de açlık başlamıştı. Düşünmemeye çalıştım. Caddeden geçen insanlara bakmaya başladım. Burası benim televizyonumdu. Televizyon ise unutmak için en iyi afyondu. İnsanların çoğu mutlu, üstündeki kıyafetlerle kapatıyor kusurunu, kimi öpüşerek gösteriyor sevgisini, kimi elindeki bira şişesini yanındaki ile tokuşturarak geçiyor hayatımdan. Baktığım her yerde farklı bir noel baba var. Biri uzun çöp gibi bir oğlan diğeri şişman ve kısa hepsi ağızlarını yuvarlak hareketlerle açıp kapatıyorlar. Kızlar ise öyle değiller, karanlığı aydınlatıyorlar. Hepsinin kafasında kukuletalı bereler var. Dükkân ışıkları yansıyor kafalarındaki pullara ve her yer parlıyor.  Yaşam sevinçlerine bakmaya doyamıyorsun. Ah benim ihtiyar gözlerim. Işık gözlerimi yormaya başladı. Kafamı biraz battaniyenin altına sokmam gerek. Londra’da olsaydım belki şu meşhur kırmızı telefon kulübelerinin içinde biraz zaman geçirebilirdim diye düşünmeye başladım. Hay aksi! Neler düşünüyorum.

            Derin sessizliğimin içinde kaybolmuşken omzumda bir el hissettim. Battaniyenin altından kafamı dışarı doğru uzattım. Yanıma oturmuş genç bir çocuk elinde tuttuğu iki kahveden birini bana doğru uzattı. Uzattığı kahveden bir yudum alarak kahvelerimizi tokuşturduk. Önümdeki yazıyı göstererek gülümsedim. Elleriyle sorun yok gibi bir şeyler yaptı. Eli yüzü düzgün temiz kıyafetli bir çocuğa benziyordu. Poşetimden kâğıt kalem çıkartarak adını sordum. Adı Maksut. Yirmi dokuz yaşındaymış. Benim adımı soruyor. Benim adım Tamer. Altmış dokuz yaşındayım. Gülüşüyoruz. Ne o beni anlıyor. Ne de ben onu duyuyorum. Sadece gülüşüp kahvelerimizi içip önümüzden geçen insan seline bakıyoruz. Eliyle bana komik şapkalı adamları gösterip gülüyor. Bende ona poşetimden çıkarttığım bisküvilerden ikram ediyorum. Kâğıdı alıp teşekkürler yazıyor. Ve ekliyor. Uzun zamandır yalnız olduğundan bahsediyor. Gözlerim pek görmüyor.  Ben ona yazarken o etrafı izlemeye devam ediyor. Yazdığım sorular bitince omzuna dokunup ona kâğıdı uzatıyorum. Yüzünde hafif bir endişe beliriyor. Kahvesinin son yudumunu alıp kâğıdı ters çeviriyor. İnce parmakları ile özenerek yazıyor bu sefer. Uzun uzun yazıyor. O yazarken kahve bardağı ile ellerimi ısıtıyorum. Etrafı seyretmeye daldığım bir an da omzuma dokunuyor. Gideceğini işaret edip ellerimin arasına kâğıtla beraber, biraz da para sıkıştırıyor. Yüzüme bakarken gözlerinin dolduğunu görüyorum.Birden insan seline doğru karışıp kayboluyor. Yaşlı gözlerim arkasından bakarken gözyaşlarım yere doğru damlamaya başlıyor. O sırada ne açlık, ne fakirlik, ne de sıcak bir yuva düşünüyor insan. Kâğıdı açıp içindekileri hıçkıra hıçkıra ağlayarak okuyorum. En kötüsü bile kendi hıçkırıklarımı bile duyamıyorum.

 ’Ölüyorum... Hastayım. Ümidim yok dünyadan. İyi de oluyor aslında. Yeter bu kadarı. Zaten yarı ölü gibiyim kaç vakittir. Ne kolum kalkıyor ne bacağım yattığım yerden. Ölüm, araladığı dudaklarını yatağımın altına yapıştırmış da beni yutmak için öyle kuvvetle çekiyor ki nefesini… Yatağa yapışıp kaldığım, kaç zamandır gözlerimi bile açamadığım bundandır. Yazdıklarımı anlamayacaksın biliyorum. Zamanım daraldı. Kendine iyi bak ihtiyar.’’

            Kâğıdı avucumda buruşturup ayın aydınlattığı geceye doğru nemli gözlerle bakıyorum. Birden gökte havai fişekler patlamaya başlıyor. Bu yeni yılın ilk renk cümbüşü olmalı. Önümdeki çılgın kalabalık çoktan 10’dan geriye doğru saymış. Ben onlara katılamıyorum ama hepsi aynı anda zıplamaya başlıyorlar. Bütün bu kargaşaya rağmen, o kalabalığın içinden her gece bana sıcak çorba getiren gençler çıka geliyor. Çorbamı yudumlarken bu kaosu duyamadığım için şükrediyorum.


Yorumlar