Güneşin
aydınlanmasına bir saat var. Kimseyi uyandırmadan hafif bir şeyler atıştırayım.
Köy ekmeğinin içine biraz bal ve kaymak katıp avucuma aldığım iki üç zeytin ile
beraber bir yandan giyinip bir yandan ekmeği ısırıyorum. Horozlar başları dik
bir şekilde yeni yeni çıkan güneşe doğru ötüyor. Köyün etrafı sanki bu
çığlıklarla kuşatılmış gibi, köylülerin uyanmak zorunda olduğunu hatırlatıyor.
Horozlara, köpek havlamaları, sevişen kuş sesleri, geceden kalma baykuşlar ve
ateş böceklerinin varla yok arasında olan sesleri eşlik ediyor. Sonunda müezzin
minareden sesleniyor. Allah-u Ekber.
Aynanın
karşısında yüzümü inceliyorum. Gözlerimin altında belli belirsiz duran ince bir
morluk var. Uykusuzum. Aynanın yanında bulunan lastik tokayı dudaklarımın
arasına alarak bekletiyorum. Başımı öne eğerek saçlarımı boşluğa doğru
sallıyorum. Yeni yıkanan saçlarımdan çıkan şampuan kokusu güne bir güzellik katıyor.
Plastik tarak yardımıyla dolanan yerlerini tarayarak açıyorum. Sonra saçlarımı
avuçlarımın arasında tutarak üç dört kere dolayıp kıvrak bir bilek hareketiyle kafamın
üstüne doğru topluyorum. Ağzımda bulunan lastik toka ile sabitliyorum. Şimdi
oldu. Tekrar aynaya bakıyorum. Uzun uzun bakıyorum. Göz bebeklerimin içinden
yüreğime doğru inen bir yol var. Ona bakıyorum. Dün gece yirmi iki yaşına
girmenin buruk mutluluğu var içimde. Hiç sevmeden, sevilmeden geçen yirmi iki
seneye bakıyorum.
Parmak uçlarımda
yaşadığım hayatım gibi, sessizce geçiyorum uzun koridordan. İçimdekileri kimseye
dökmeden, kimseyi rahatsız etmeden. Lastik pabuçlarımı giyiyorum. Kilitli
kapıyı açıp mandalı kaldırıyorum. İşte dışarıdayım. Miko kulübesinden havlaya
havlaya yanıma geliyor. Vakit yok Miko. Onunla ilgilenmediğimi anlayınca biraz
sonra bulunduğu yere doğru yatıyor. Hızlı adımlarla ilerliyorum. Sabah
mahmurluğum esen rüzgârla son buluyor. Havalanan eteğimi bacak arama sıkıştırıp
yolun aşağısına doğru iniyorum. Dik yokuşu inerken çalılar arasında büyüyen
böğürtlenlerden yiyerek menümdeki günün tatlısının da tadına bakmış oluyorum. Bazıları
ekşi bazıları ise o kadar büyümüş ki bal gibiler. Avuç içlerim biraz kırmızı
biraz siyah. Yol boyunca uzanan tezek kokusu arasında önümde kaçan tavuklar,
yerli yersiz bağıran inekler ve türlü türlü öten böcek sesleri arasında
ilerliyorum. Yalağın yanından geçerken akan çeşmeden buz gibi su ile ellerimi
yıkıyorum. Kurbağaların büyük kısmı yalağın dibine doğru kaçışıyor. Bazıları
bağırarak bekliyorlar. Yola bağlanan taşlı yol bitiyor. Durak tabelasının altına
usulca ilişiyorum. Henüz kimse gelmemiş. Yolun karşısındaki camiden çıkan
amcalar büyük bir kalabalık gibi gözüküyor. Toplasan imamla beraber altı
kişiler. Yavaş hareketlerle selamlaşıp yolun karşısına geçmek için ihtiyatlı
bir şekilde çevreyi kolaçan ediyorlar. Ağır adımlarla bastonlarından destek
alarak toprak yolun karşısına geçiyorlar. Yanımdan geçerken kimisi selam
vermeden köyün derinliklerine doğru ilerliyor. Kimisi beni baştan aşağı doğru
süzüyor. Kimisi de gülümseyerek neşesini eksik etmiyor. En arkada kalan en ağır
hareket eden amca yanımdan geçerken eliyle dudağının kenarını gösteriyor. Uykulu
gözlerle bakıyorum. Anlam veremiyorum. Hareketini yinelerken bir yandan
konuşuyor.
‘‘Ağzın yüzün
kızarmış, kenarları kenarları kıpkırmızı olmuş be yavrum ?’’
Sesi yeni
çatlamış buz parçası gibi narin ve kırılgan bir o kadar da yorgun. Amca eliyle
tekrar yüzünü işaret ediyor. Bu sefer zihnim idrak etmeye başlıyor.
Az önce yediğim
böğürtleni silmeyi unutmuşum sanırım. Amcaya kırmızı kırmızı sırıtıyorum.
‘’Az önce
böğürtlen yedim ondan galiba.’’
Anlamamak için
ne kadar çok uğraştırdın der gibi yüzüme bakıyor. Cebinden çıkardığı mendili
uzatıyor. Mendilden çıkan koku o kadar güzel ki esen rüzgârla içime doluyor.
Yok, istemem der gibi kaldırıyorum kaşlarımı. Tekrar elini uzatıyor.
Dayanamıyorum alıyorum. Aldığım beyaz mendili dudak kenarımda gezdiriyorum.
Mendile geçiyor kırmızılık. Mendili geri uzatıyorum. Amca eliyle istemediğini
işaret ediyor. Amcaya teşekkür niteliğinde çantamdan bir adet elma çıkarıp
uzatıyorum. O da kaşlarını yukarı kaldırarak reddediyor.
‘’Tarlaya mı
?’’diye soruyor kalın gözlük camlarının arkasından.
Arkadan gelen kıkırdamalar
kızların geldiğinin habercisi. Kafamı o yöne doğru çeviriyorum. Ellerinde
bezden bozma çantaları, ayaklarında lastik pabuçları, çiçekli eteklerini
sallaya sallaya fısır fısır konuşup, kıkırdaya kıkırdaya gülerek yanıma
geliyorlar. Amca, kızları görünce; Sorduğu sorunun bildiği cevabını alamadığı
için yüzü düşüyor. Bir hüzünle geçiyor yanımdan köye doğru ilerliyor.
Arkasından bakıyorum. Kızların dudaklarından çıkan ‘’Günaydın, abla yüzün
kızarmış, duydun mu Mehmet abinin kızı Ekrem e kaçmış’’ gibi cümleler fırlıyor.
Yüzlerine gülümseyerek geçiştiriyorum. Meryem abla yüzümdeki kırıklığı fark edip koluma giriyor. Az öteye
doğru çekiyor beni.
‘’Ne oldu gız,
neyin var abam de hele ?’’
‘’Bir şey yok be
abla ne olsun. Sıradan şeyler işte. Dün doğum günümdü. Düşündüm biraz içerlendim
sanırım. Kimim kimsem yok. Ona üzüldüm galiba biraz. Her sabah anam babam
yanımdaymış gibi sessizce çıkıyorum evden be abla. Her akşam evde beni
bekliyorlarmış gibi açıyorum kapıyı. Ne bileyim hiç gitmemişler gibi geliyor
bazen.’’
Meryem ablanın yüzündeki
kırışıklıklar artmış, yüzünde köz olmuş eski bir acı harlanmıştı. Az önceki
neşeli hali yerini içinden gelen derin bir sızı ile baş başa bırakmıştı. Sesi
buruklaştı.
‘’Eee be gızım
ya. Ben sana dimedim mi abam? Ne zaman istersen gel yanıma deye. Bu da senin
çilenmiş abam. Benimde anam babam yok gızım. Allah mekânlarını cennet eylesin. Allah
böyük biliyon demi gızım. Herkeslerin anası babası göçüyor. Herkesler derdini
içinde yaşar emi yavrum. Ama senin aban var istediğin zaman dök içini abana.
Herkes birbirinin yökünü çekcek bu dönyada ki, acımız hafiflesin. Yogulursak
yog oluruz emi yavrum’’
Meryem abla
içimdeki çorak toprağa bir tohum ekmişti. Ellerini ellerimin içine alıp yüzüne
baktım. Üzüntülü hali birazcık tebessüme kaymıştı. Bende aynı tebessümle
karşılık verdim. İnsan insana ancak kötü günlerde lazımdı. İçime ektiği tohum
şimdi sulanmaya başlamıştı. Çorak toprak biraz ıslanınca içim ferahlamış biraz olsun
rahatlamıştım. Güneş iyiden iyiye kendini göstermeye başladı. Meryem abla ile
hâlâ kol kola bekliyorduk. Artık kızlar da konuşmayı kesmişti. Dudaklar
kurumuştu. Güneşin kavurucu sıcaklığı karşısında herkes susuyordu. Kimisi
alnından akan ter damlalarını başörtüsü ile siliyordu. Kimisi ise kâğıttan
yaptığı yelpaze ile serinlemeye çalışıyordu. Yolun ortasından hızlıca geçen
araba tozu toprağa katmıştı. Oluşturduğu rüzgâr biraz serinlememizi sağlamıştı.
Biraz zaman sonra beklediğimiz traktör göründü. Ağır ağır ve kendisini belli
ederek geliyordu. Tekerlerin geçtiği yerler arkasında toprağın havalanmasını
sağlıyor, arkasındaki ek kasanın altı toz, toprak karışımı bir duman ile
beraber geliyordu. Sağ gözüm seğirmeye
başladı. Elimle Meryem ablanın kolunu yokladım. Yanımdaydı. Traktör önümüzde
durdu. Genç adam traktörden inmeden kıvrak bir hareketle kasaya doğru atladı.
Arka tarafa geçip kasa kilitlerini kaldırdı. Kasa kapağı yüksek bir sesle
düştü. Kızlar kasaya binmek için, sıra ile ellerini uzatan bu gence ellerini
uzatıyorlardı. Herkes binip yerleştikten sonra Meryem abla ile ben de kasaya
binip köşede bir yere oturdum. Genç aşağı atlayıp kasa kapağını kapattı.
Kilitleri taktı. Aynı seri hareketle koltuğuna geçti. Meryem abla kasa kapağına
iki kez vurdu. Traktör hareket etti. Koca tekerlerin altında, ağır ağır ezilen
taşların sesleri ve arkamızda bıraktığımız toz bulutu eşliğinde ilerliyorduk.
Yüreğimde adını koyamadığım yerel bir tını hissediyordum.
Yorumlar
Yorum Gönder