Hırsız olmayan birinin öyküsü
Derin derin düşüncelere daldığım o gün sanki
hiçbir şey olmamış gibi yattığım yerden kalktım. Elimden giden özgürlüğümü bana
hatırlatan bu ufak pencere beni tek heyecanlandıran nesneydi. Bu küçük pencere
bana gökyüzünü, rüzgârın sesini, kuşların sesini, bazen uçuşan bir yaprak
parçasını, yağmur damlalarını kısaca yaşama dair olan yaşama sevinçlerini
hatırlatıyordu. Bulunduğum bu hücre kalın ve yüksek duvarlarla çevrili özel
olarak tasarlanmış korunaklı bir yerdi. Buraya geleli iki gün olmuştu. Vücudum
bu kapalı alanda oldukça hareketsiz kalmış ve güçsüzleşmişti. En iyi yaptığım
şeyi yaptım; Düşündüm. Basit olandan başladım. Bugün yemekte ne var acaba diye
düşündüm. Ah bir kuzu dolması gelse ne güzel olur diye hayal etmeye başladım.
Sanki özgür iken kuzu dolması yiyormuş gibi. Sonra onu da düşünmeyi bıraktım.
Aklıma Faik abinin oğlu Sami geldi. Biraz da onu düşündüm. Kısacık asker traşı
olan saçlarını, yuvarlak gözlüklerini, Freud’dan yaptığı alıntıları, Balığa
gittiğimizde denize bakıp ‘’ ulen bu dünya da ne dünyaymış’’ demesini,
yakaladığı balıklardan özür dilemesini düşündüm. İlginç olan biz miydik o
muydu? Yine güldüm bak şimdi. Birden bir tıkırtı geldi ve kapı kilidi açıldı.
Bir karışlık metal çerçeve yukarı kalktı. Metal bir tepsi mekanikleşmiş bir el
ile içeri doğru uzandı. Öğlen olmuştu. Tepsinin içinde elbette kuzu dolma
yoktu. İki dilim ekmek, biraz fasulye, pilav ve salata vardı. Yemeğimi yedim ve
tekrar yatağa uzandım. Bakışlarımı boş tavana doğru yönelttim. Yer yer dökülmüş
alçıların bembeyaz bulutlar olduğunu hayal ettim ve başparmağımla işaret
parmağımı birleştirip oraya bir güneş ekledim. Sımsıcak bir yaz güneşi, içimi
aydınlatan. İşim buydu benim düşünmek, düşünmek, düşünmek. Kısa bir süre bu
hayalle yaşadıktan sonra ayağa kalktım. Doğrulurken kemiklerimden kırt kırt
sesler geldi. Pencere kenarına doğru ilerledim. Pencere yüksekte olduğundan
dolayı başımı yukarı doğru kaldırdım. İşte gökyüzü diye geçirdim içimden, işte
hayalim, işte düşüncem. Sonra gökyüzünde bir uçurtma olsaydı diye düşündüm.
Bütün çıtalarının rengârenk kuyruğunun ise simsiyah olduğu uçsuz bucaksız
gökyüzünde özgürce hareket eden bir uçurtma. Bunu düşünürken eş zamanlı olarak
gülümsedim. Kafamı aşağıya doğru eğdim. Yanaklarımdan iki damla yaş geldi.
Aklıma oğlumla gittiğimiz at çiftliğinde küçük bir tayın peşinden nasıl
koştuğu, eşimin balonlarla süslediği odaya elleriyle kapattığı gözlerimi nasıl
açtığını ve aynı anda oluşan ‘’Sürpriz’’ nidalarını düşündüm. Tekrar yatağa doğru
yöneldim ve iki büklüm olarak yatağa oturdum. Pencereye doğru baktım. İçimden
çok yüksekte diye geçirdim. Birden heyecanlanarak ayağa fırladım. Yatağı metal
ayaklarından kavrayarak pencere kenarına çekmek için tuttum. Tüm gücümle
çekmeme rağmen çok az ilerlemişti. Yatak yılların verdiği yorgunluğu taşıyordu.
Ha gayret diye mırıldandım. Yatak biraz daha ilerledi. Eski yerinden kalan
boşlukta sararmış bir kâğıt parçası belirdi. Terlemiş alnımı sildim. Heyecan
içinde sararmış kâğıdın yanına ilerledim. Terli ellerim bir mücevher tutmuş
gibi titriyordu. Hızlı bir hareket ile katlanmış kâğıdı açtım. ‘’ Tarih: 12 Mart 1998. Ben Ali Muhsin
buraya düştüğümde hastaydım ve sanırım burada öleceğim sen de buraya düştüğüne
göre buradasın ve bu yazıyı okuyorsun. Sana tavsiyem karşıda gördüğün musluğu
ara sıra aç ve suyun sesini dinle. Bunu yaparken gözlerini kapat aklını bırak
kendini bir göl kenarında sıcak bir güneşin altında uyurken düşün. Bu senin bir
süre huzurlu uyumanı sağlayacaktır. Ben Ali Muhsin dediklerine göre Hırsız Ali
Muhsin. Yanında çalıştığım kepazenin Sancar yardım vakfı adı altında topladığı
paraları yurtdışındaki bankalara gönderdiğini öğrendiğimden beri sinirli bir
adamım. Ben Ali Muhsin o paraları kasadan çaldığımdan beri huzurluyum. O
paraları gerçek yerine koyduğum için daha da mutluyum. Ben Ali Muhsin kâğıt
bitiyor yazacak kadar da espriliyim. Kendine iyi bak.’’
Neydi şimdi bu, Duraksadım. Sakince kâğıdı
yatağın üstüne bıraktım. Olanları idrak etmeye çalışıyordum. Biraz bekledikten
sonra Ali Muhsin’den başka bir not var mı diye yatağın altına üstüne sağına
soluna en ince ayrıntısına kadar her yerine baktım. Fakat bulamadım. Bu
yazdıkları ile Ali Muhsin beni derinden etkilemişti. Bu küçük karanlık hücrede
tek dostum oluvermişti bir anda. Notu tekrar elime alıp tekrar tekrar okudum.
Sonra yastığın altına yerleştirdim. Akşama doğru yine aynı kilit sesi kulaklarıma
vurdu. Kapı açıldı. Bir karışlık yerden yine aynı mekanikleşen el içeri uzandı.
Yemeğimi bıraktı ve gitti. Yine iki dilim ekmek biraz salata çorba ve bulgur
pilavı vardı. Yemedim köşeye bıraktım. Musluğun yanına geçtim. Sırtımı duvara
yasladım. Bacaklarımı karnıma doğru çektim. Ali Muhsin’i düşündüm. Evli mi,
bekâr mı, gözleri ne renk kaç yaşında dünyanın neresinde oturuyor en önemlisi
de yaşıyor mu? 1998 yılında yazdığı bu not yedi senedir burada beni mi
bekliyor? Acaba özgürlüğüne kavuştu mu? Ne yapıyor? Bütün gece bunları
düşündüm. Düşünürken musluğun kenarında uyuya kalmışım.
Sabah yine aynı kilit sesinin tıkırdaması ile
uyandım. Her yerim uyuşmuş betonun soğuğu ile üşümüş titriyordum. Sürünerek
kapıya doğru ilerledim. Yemediğim yemek tepsisini parmak uçlarımla iterek
mekanikleşen el’e doğru uzattım. O da sabah kalvaltımı içeri doğru iterek
karşılık verdi. Hırıltılı çıkan sesimle ‘’Hey baksana’’ diye seslendim. Cevap vermedi. Konuşulmayacak kadar büyük bir
suç işlemiş olmalıydım. Kilit tekrar kapandı. İnleyerek doğruldum. Gelen
tepside bulunan iki dilim ekmek zeytin ve peyniri ılımış olan pet bardaktaki
çay ile birlikte yedim. Bu biraz da insanın kendisine dönmesiydi. En zor
durumlarda hiç kalmamış bir insan bu sorunlarla nasıl başa çıkacağını bilmeyen insandır.
Ben hep zor durumların adamı oldum. Bunların da geçeceğini bilerek yaşadım.
Güneş her zaman doğar, sen yeter ki karanlığın seni kör etmesine izin verme.
Ayağa kalktım. Yatağa oturdum. Yastığın altına koyduğum notun orada olup
olmadığına baktım. Tekrar eline alıp gözden geçirdim. Tekrar katladım ve
yastığın altına koydum. Bulunduğum yeri gözlerimle incelemeye başladım. Küçük
bir kutu gibi olan bu hücrenin ufak bir penceresi ufak bir musluğu bulunuyordu.
Duvarları yer yer dökülmüş, sararmış ve rutubetliydi. İçeriye hava dolmasının
tek sebebi ise bu ufak pencereydi. Yatağın sol arka ayağı pas içindeydi. Bunun
sebebi ise burada kalanların hep o köşede ağlayıp düşen gözyaşlarının o sol
arka ayağın üstüne düşmesidir diye düşündüm. Sonra insan yalnızken neler
düşünüyor diye düşündüm.
Bir anda yataktan kalktım ve musluğun yanına
gittim. Musluğun bir tarafı sarı bir tarafı ise boyası kalktığından gri bir hal
almıştı. Suyun döküldüğü evye ise çatlakları ile ince kılcal çizgiler oluşturmuştu.
Elimle musluğu çevirdim. Damla damla akan su birden fışkırdı ve biraz ıslandım.
Tekrar elimle suyun şiddetini ayarladım. Bulunduğum yere çömeldim. Gözlerimi
kapattım. Önce sakin bir müzik çalıyormuş gibi kafamı sağa sola doğru sallamaya
başladım. Eşim ve oğlumla yemyeşil bir ormanda kendimi bir göl kenarında
düşündüm. Oğlum köşeleri kırmızı ortası ise bembeyaz olan bir topun peşinden
koşuyor eşim ise onunla oynuyordu. Musluktan akan su Ali Muhsin’in dediği gibi
bir gölden akıyormuşçasına huzur vericiydi. Ali Muhsin haklıydı. Peki, bu
haklılığı ne kadar sürecekti.
Oldukça yorgun hissediyordum. Sakallarım
uzamış, dudağımın kenarında oluşan yara canımı yakmaya başlamıştı. Ağlıyordum.
Hava kararmamıştı ama bulutlar kapkara bir hal almıştı. Her an halime
ağlayacaklarmış gibi bekliyorlardı. Birden gök gürültüsü ile bulutlar da
ağlamaya başladı. Birlikte ağlıyorduk. Üşümeye başladım. Musluğu kapattım.
Yatağa uzandım. İçeri giren yağmur damlalarını saymaya başladım. Beceremeyince
vazgeçtim. Üstümü, yırtıkları yamalanmış tüyleri kabarmış yer yer yanık yerleri
bulunan oldukça eski olan battaniye ile örttüm. Titriyordum. Yatağın içinde
vücudumu hareket ettirip ısınmaya çalışıyordum fakat faydası yoktu. ‘’ Kimse
yokmuuuuu, bu Allah’ın belası yerde kimse yok muuu?’’ diye bağırdım. Kimse
sesime yanıt olmadı, kimse sesimi duymadı. Sesim kulağımda yankılanacak kadar
yalnızdım. Allah kadar!
Durmuş zamanın peşinden koşan bir at
gibiydim, yakalayamıyordum. Yelelerim yerinde uçuşuyor, gözlerim sadece önüme
bakıyordu. Sadece yoruluyor enerji kaybediyordum. Bitkin düşmüştüm. Yükünü yeni
bırakmış bir hamal gibi yataktaydım. Kalkamıyordum. Gözlerimi tekrar kapattım.
Ali Muhsin’i, gökyüzünü, karıncaları, sıcak ekmeğin buharını, topun peşinden
koşan çocukları, denizi, vapurların düdüklerini, sabun köpüğünü, Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız diyen
Cemal’i düşündüm. Sonra bir türkü tutturdum ve ıslık çalmaya başladım.
Boğazımdan gelen kuru nefes dudaklarımın yuvarlak bir hal alması ile eşsiz bir
melodi olarak çıkıyordu. Biraz olsun keyfim yerine gelmişti. Gözlerimi açtım.
Tavandan dökülen sıvaların battaniyenin üstünde biriktiğini gördüm. Doğruldum.
Battaniyeyi silkeledim. Yere düşen sıva parçalarının yanında ufak bir kâğıt
parçası gördüm. Almak için eğildiğim anda kapı kilidi tekrar sesi ile odaya
dâhil oldu. Kâğıt parçasını sol avucumun içinde sımsıkı tutuyordum. Bir
karışlık metal parçası kalktı. Mekanik el içeri girdi. Boş tepsiyi aradı. Sağ
elimle tepsiyi uzattım. ‘’Hey bir ses ver be adam’’ diye seslendim. Boş tepsiyi
aldı ve dolusunu içeri uzattı. Metal parçası tekrar kapandı. Kapanır kapanmaz
hemen avuç içimde duran kâğıdı bir hayvanın avını avuç içinde tutmasının
verdiği heyecan içinde açtım. O kadar yalnızdım ki kâğıt parçası ile
konuşacağımı sanıyordum. ‘’Tarih 12 Mart
2000; Ben Ali Muhsin evli değilim. Kıt kanaat geçinen kırk bir yaşında bir
adamım. Hayalim yardımseverlerin yardımı ile açılmış bir dükkân da yetmiş sekiz
insana otuz iki hayvana günlük yemek yapmak. Onların karınlarına sıcak bir
şeyler girmesini sağlamak. Ben Ali Muhsin Hala yaşıyor ve buradayım. Demek bu
notu da buldun. Oysaki bu notu sıvaların altına saklamıştım. Büyük şans! .Kimse
bulamaz sanıyordum. Bulduğuna göre hala burada ve yalnızsın. Beni çok düşünme
her haksızlığa uğrayan insan gibi yalnızım. Huzurlu ve mutluyum bundan emin ol.
Neyse konumuz bu değil biliyorum çok canın sıkılıyor ve halsiz bir vücuda
sahipsin. İçindeki yaşama sevinci gittikçe azalıyor. Şimdi yazdıklarımı iyi oku
sana yemek getirdikleri zaman açılan o bir buçuk karışlık metal parçasının
olduğu yere iyi bak. Demir kapı ile metal parçasının sol tarafında ufak bir
boşluk var. Karşındaki yemek tepsisini uzattıktan sonra boş tepsiyi almadan sen
o tepsiyi sağ elinle uzat sol elinle ise o boşluktan sana bıraktığım iki cam
parçasını al. Bunlar sana naçizane hediyelerim. Ben Ali Muhsin abin miyim
kardeşin mi bilmiyorum ama asla hırsız değilim.’’
Ali Muhsin abi yine yapmıştı
yapacağını. Benim yüreğimde derin yaralar açan bu adam benim yalnızlığımı
paylaşıyor üstelik bir de bana hediye verecek kadar alçakgönüllü ve düşünceli
davranıyordu. Beynimin içinde binlerce karınca farklı yönlere hareket ediyormuş gibi
hissediyordum. Ufak ufak aklımın gittiğini beni terk ettiğini artık sadece bir
hayal dünyasında yaşıyormuşçasına aklımın bana oyun oynadığını düşünmeye
başladım. Kâğıdı buruşturup yatağın üstüne attım. Başımı ellerimin arasına
aldım. Yere çömeldim. Bir süre öylece kaldım. Çaresizdim. Bu olanlara
inanamıyordum. Bir kâğıt parçasından medet umacak duruma gelmiştim. Ellerimi,
kollarımı, ayaklarımı, bacaklarımı hızlı hızlı kontrol ettim. Ellerimle yüz
hatlarımı inceledim. Kemiklerimi hissedebiliyor oldukça zayıfladığımı fark
edebiliyordum. Aklımı kaçırmak üzereydim. Ani bir hareketle yemeğin olduğu
tepsiyi duvara fırlattım. Duvardan süzülen mercimek çorbası ve makarna duvarın
o soluksuz rengine can kattı. Ayağa kalkıp avuç içlerimle yemekleri duvara
yaydım. Sonra avuç içimde kalan yemek artıklarını yalamaya başladım. Duvar
kenarına diz çöktüm ve ağlamaya başladım. ‘’Allah’ım neden neden neden neden
neden? Nerdesin şerefsiz nerdesin Ali Muhsiiiinnnnnn bana notlar yazacağına
beni buradan çıkarsana be adam. Her şeyi bildiğini sanıyorsun ama bir şey
bildiğin yok! Ulan baksana halime ne haldeyim’’. Gözlerimden akan yaşlar
sözcüklerin boğazımda takılıp kalmasına neden oluyordu. Yanımda duran yemek
artıkları olan tepsiyi musluğun olduğu yere fırlattım. Çok yalnız ve açtım.
Bulunduğum yerde bitkin bir halde boş gözlerle kala kaldım. Gerisini
hatırlamıyorum.
Aradan bana göre çok uzun zaman
geçti. Fakat üç-dört saat aralıklarla yemek verdiklerini bildiğimden en fazla
dört saat geçtiğini biliyordum. O dört saat dört asır gibi gelmişti. Kapı
kilidi tıkırdadı. Metal çerçeve kalktı. Hemen hızlı adımlarla boş tepsiyi sağ
elimle mekanikleşen elden önce dışarı doğru uzattım. Sol elim ise Ali Muhsin’in
bahsettiği boşluğu aradı. Sonunda bulmuştum. Avuç içimde iki tane soğuk ve sert
yuvarlak ama tanımlayamadığım nesne bulunuyordu. Aynı anda boş tepsi sağ
elimden çıkıverdi. İki elim sıcak olan taraftan soğuk olan tarafa geçti. Ardından
mekanik el hücreye doğru elinde dolu olan tepsi ile girdi. ‘’ Kafamı metal
boşluktan dışarı doğru bakmak için eğdim. Elin arkasında göbekli kalın siyah
bir mont giyen iri bir adam gördüm. Sadece göbeğine kadar görülüyordu. Yüzümü
daha da yere yaklaştırdım. Metal çerçeve aynı anda yüzüme sertçe kapandı. ‘’Pislik
herif ’’diye bağırdım. Hemen sol avucumu açıp elime doğru baktım. Yemek
lekelerinin arasında iki adet bilye duruyordu. Avuç içimde salladıkça çıt çıt
ses çıkarıyorlardı. Bilyelerin birinin içinde sarı renk vardı ve köşesi
çatlamıştı diğeri ise deniz mavisi renginde oldukça yeni bir bilyeydi.
Düşüncelerim yavaş yavaş beni yiyip bitirmeye başlamıştı. Düşüncelerimi köşeye
bırakıp bilyelerle oynamaya başladım. Halsiz vücudum çocuk neşesi ile
hareketlenmiş her şeyi unutmuştu. ‘’Özür dilerim Ali Muhsin abi özür dilerimmmm
söylediklerim için çok pişmanım beni affet ne olursun ’’. Ona olan hayranlığım
git gide artıyor en zor anımda avcıdan kurtulan bir av gibi minnetle etrafa
bakıyor ona şükrediyordum.
Böylece günler geçip gidiyordu.
İçimi kaplayan bu huzursuz duygu beni baştan aşağı lanetlenmiş gibi kaplamıştı.
Buradan çıkacağıma zerre kadar umudum kalmamıştı. Kendime yeni bir heyecan yeni
bir umut yeni bir yaşama sevinci bulmam gerekiyordu. Düşünmek artık benim için
çok zorlandığım bir konu haline gelmişti. Musluktan akan su, bilyeler, küçük
pencereden baktığım sınırlı gökyüzü, kilidin sesi, metal çerçevenin açılması,
şişman kalın montlu mekanik elin sahibi artık ilgimi çekmiyordu. Ali Muhsin’in
bir sonraki hamlesini beklemekten de sıkılmıştım. Yapacak bir şeyim yoktu.
Özgürlüğü alınan bir aslan gibi sinmiştim. Kim bilir bu duvarlarda ne kadar çok
acı ne kadar da gözyaşı vardı. Sessizlikten dolayı Ali Muhsin’in ve burada
kalan insanların haykırışlarını duvarlardan bana karşı bağırışlarını
duyuyordum. Kulaklarımı tıkadım. Delirecektim. ‘’Hayırrrrrrr susun yeter’’ diye
bağırdım. Delirdim belki de. Olmayan şeyler görüyor, olmayan şeyler duyuyordum.
Kendimle konuşmayıp bir duvara karşı konuşuyordum. Yere doğru düştüm. Cenin
pozisyonunda beklemeye başladım. Sussunlar beni yalnız bıraksınlar diye şarkı
söylemeye sesleri bastırmaya çalıştım. Gözlerimi kapattım. Açtım. İçeri dolan
güneş ışıklarını gördüm. Işığın içinde uçuşan toz zerrelerini bile gördüm. İşte
güneş dedim kendi kendime güneşin sıcaklığı aydınlatıcı hali umut ışığım diye
mırıldandım. Bacaklarımı karnımdan uzaklaştırdım. Kirli ellerimi üstümdeki
gömleğe sildim. Ellerimden destek alarak ayağa kalktım. Unuttuğum bir şeyi
hatırlar gibi güneş ışığının altına doğru yürüdüm. Yüzümü ısıtan güneşin
altında uzun süre durdum. Ellerimi uzattım. Parmaklarımın arasından sızan
güneşin yüzümde gezinmesini seyrettim. Sanki ruhum bedenimden ayrılmış
dışarıdan kendimi o acınacak halimi çocuksu halimi çıldırmış halimi
insanlığımdan aldığım hazzı bütün hallerimi görür gibi kendimi gördüm. Faik
gibi aynı
ses tonunda yapmaya çalışarak ‘’ulen bu dünya da ne dünyaymış’’ diye
mırıldandım. Epey komik oldu. Kahkahalar attım. Tekrar ettim. ‘’ulen bu dünya da ne dünyaymış’’. Sanırım Faik
deliydi. Ya da biz kendimizi akıllı sanıyorduk. Oldukça uzun bir zaman sonra
anladım ki aklımı sandığımdan erken yitirmeğe başlamıştım. Bende yönünü
kaybetmiş bir pusula gibiydim.
Tuvalete gitmem gerekiyordu. Mesanem
patlayacak kadar dolmuştu. Kapının yanına gidip yumruklamaya başladım. Her
yumruğumda kapının metal yüzeyinde haleler halinde dağılan ses mekanikleşen ele
sesimi duyurmuştu. ‘’Hey ordasın biliyorum. Yumruklarımı suratına yemek
istemiyorsan beni tuvalete götürmen gerekiyor’’. Yumruk atacak takatim varmış gibi
boşa kürek çekiyordum. Kuru sıkı tehdit ediyordum. Metal çerçeve açıldı. İşte
oldu dedim sessizce. Çaresizliğimi belli etmemeye çalışarak metal çerçeveye
doğru eğildim. Daha kısık bir sesle tuvalete gitmem gerekiyor dedim. Çerçeveden
gördüğüm sadece iki kalın bacak üstünde siyah kumaş pantolon altında ise siyah
deri ayakkabılardı. Mekanikleşen el eğilince kırılan dizlerini de gördüm. Yüzü
hala belirsizdi. Sol cebinden bir bez parçası çıkardı. Metal çerçeveden içeri
attı. Ardından bir kâğıt parçasını içeri bıraktı. Metal çerçeveyi kapattı.
Kâğıdı aldım. Tamamını büyük harflerle yazdığı ‘’ TAKMAZSAN…’’ sonunu yazmadığı
bu büyük tehdit karşısında ne yapacağımı bilemedim. İnsanı psikolojik olarak
yıkan da buydu. Sonunu göremediği kuyuya dalacak cesareti kendimde bulamıyordum.
Güç ondaydı. Bir köpeğin önüne atılmış kemik gibi mahçupdum. Elimle siyah bezi
yokladım. Torba gibi olan bu bezi kafama geçirdim. Her yer karardı. Tekrar
kapıyı yumruklamaya başladım. Tamam dediğini yaptım. Hadi aç kapıyı diye
bağırdım. Önce kilit sesini duydum. Sonra kapı büyük bir sessizliği ortasından
delerek açıldı. Mekanikleşen el karşımdaydı. Onu hissediyordum ama ona
dokunacak müdahale edecek cesareti kendimde bulamıyordum. Olduğum yerde
bekliyordum. Bir iki adım atıp hücreden dışarı çıktım. Birden kalın
parmaklarını hissettiğim mekanikleşen el sırtımda belirdi. Beni yönlendirir
gibi hafifçe itti. Dışarı çıktık. Beş adım sonra sola döndük. Yedi adım sonra
da sağa ve daha narin bir ses ile ikinci kapım açıldı. Sırtımdaki el beni bu
sefer daha sert itti. Açılan kapıdan içeri girdim. Kapı kapandı. Sanırım
tuvaletteydim. Hemen kafamdaki bez torbayı çıkardım. Buradan kaçmanın bir yolu
var mı diye baktım. Bu minik tuvaletin içinde bir pencere bile yoktu. Ağır
idrar kokusunun neden durmadan aynı yerde dönüp dolaştığını anladım. Farklı bir
yer farklı bir koku farklı bir adım atmaktan hoşnuttum. İşimi halledip uzun
zamandır ellerime değmeyen sabuna dokundum. İki kere uzun uzun ellerimi
detaylıca yıkadım. Kendimi görmek istiyordum. Fakat ayna yoktu. Sonra sabunu
yüzüme sürdüm. Yüzümü de aynı şekilde uzun uzun yıkadım. Saçlarımdan damlayan
su damlalarının sırtımdan aşağılara doğru inişini hissettim. Kapı sert bir
şekilde yumruklandı. Sanırım zamanım dolmuştu. Bez torbayı kafama geçirdim.
Kapıyı açtım. Üç adım atıp dışarı çıktım. Mekanikleşen el tekrar sırtıma o
kalın parmaklarını geçirdi. Hafifçe iterek geldiğimiz yoldan önce yedi adım
sola sonra da beş adım sağa doğru yürüdük. Eliyle omzuma bekle der gibi
dokundu. Kilidi açtı. Zincir yere düştü. Anahtarı kapının deliğine soktu.
Çevirdi. Kapıyı açtı. Tekrar sırtıma koyduğu eli ile beni tuvaletin önündeki
gibi aynı sertlikle içeri doğru itiverdi. Kapıyı kapattı. Zinciri takıp
kilitledi. Başımdaki bez torbayı hemen çıkarıp kapıyı yumrukladım. Faydası
yoktu.
Bu yalnızlığın düşüncesi zihnime boca oldukça
sağlıklı düşünemez hale gelmiştim. Her yaptığım hareketi tartmam gerekiyordu.
Sırtımı kötü kokan duvara yasladım. Gözlerimi o küçük pencereye odakladım.
Kararımı vermiştim. Kaçacaktım. Pencere ince bir tel ile korunuyordu. Biraz
uğraşırsam teli yerinden oynatabilirdim. Gözlerimle vücudumu inceledim. Bunu
yapabilirim diye düşündüm. Hemen harekete geçtim. Kendi kendime ‘’iyisin iyisin
iyisin iyisin’’ diye tekrar ediyordum. Üstümdeki gömlekten bir parça alıp
ellerime sardım. Böylelikle yerinden oynatmakta zorlandığım yatağın
ayaklarından daha sağlam kavrayacaktım. Dışarıdan kuşların cıvıltıları
geliyordu. Martılar ise acı acı bağırıyorlardı. Sanki beni bekliyorlar gibi hissettim.
Yatağın başına geçtim. Ellerimle iki ön metal ayaktan kavradım ve tüm gücümle
çekmeye başladım. Yatak olabildiğince direniyor uyguladığım güçten
etkilenmiyordu. Ya ben çok güçsüzdüm ya da yatak olabildiğince ağırdı. Uzun
uzun uğraştıktan sonra yatağı belli bir mesafe ilerletebilmiştim. Ter içinde
kalmış vücudum oldukça yorulmuştu. Musluğun yanına gidip dizlerimin önüne
çöktüm. Sağ elimdeki bez parçasını söktüm. Musluğu açtım. Akan suya ağzımı
götürüp doya doya sudan içtim. Rahatlamıştım. Yanağımdan akan su damlaları
dizlerime düşüyor. Düştüğü yerde pantolonumun renginden farklı bir renge
dönüşüyordu. Oturdum bir müddet dalgın dalgın pantolonuma baktım. Ellerimi onun
üzerinde gezdirdim. Yırtık olan gömleğimi neden yırttığımı düşündüm. Eşimin
hediyesi olan bu gömlek artık tanınmayacak bir hale gelmişti. Eşim acaba ne yapıyordu.
Oğlum hala beni soruyor muydu? Bunları düşünmeye başladım. Sıkıldım. İçimde bir
ürperti oluştu. Derin bir nefes aldım. Aldığım bu hava ölü bir hayvan kokusu
gibi burnuma hücum ediyordu. Bez parçasını tekrar elime sardım. Yatağın başına geçtim. Tekrar
çekmeye başladım. Avuç içlerim ağrıyor, ağrıdıkça daha da çok fazla güç
tüketiyordum. Acıyla kavrulmuş ellerim bana acıdan daha fazla dayanma gücü
veriyordu. Gözyaşları ile çekmeye devam ettim. Sonunda yaptım. ‘’İşte oldu’’
diye bağırdım. Ellerimdeki bez parçalarını söküp yere attım. En büyük rakibim
metal yığını olan bu yataktı. Beni bu yatak yenerse ben dünyaya nasıl baş
kaldıracaktım. Ben dünyaya karşı durmak istiyordum. Tek başıma ama onurlu bir
şekilde tam olarak istediğim buydu. Geri çekildim. Yatağa ve bu büyük zaferime
doğru baktım. Ellerimi belimde tuttum. Büyük bir savaş kazanmış gibi cebimden
bilyeleri çıkardım. Bu savaşın bir kurbanı olması gerekiyormuş gibi bilyeleri
pencereden dışarı fırlattım.
Yatağın üstüne bir ceylan gibi narin ama bir
arı gibi istekli bir şekilde atladım. Biraz soluklandıktan sonra ayağa kalktım.
Pencere hala yukarıdaydı. Zıplamaya başladım. Zıpladıkça insanları, kuşları,
mahalleleri, tütün saran amcaları, sevgilileri, çocukları, beni saran dikenli
telleri her şeyi görüyordum. Bağırmaya başladım. ‘’Heyyyyy buradayım buradayım
sizin gibiydim! Özgürdüm, beni de yanınıza alın. Yalvarırım beni de alın.’’ Ama
kimse sesimi duymuyordu. Duyanlar ise yanıt vermiyordu. Zıplamayla gördüğüm bu
görüntüler gözlerimin önünden sadece kısa bir an olarak geçip gidiyordu. Bir
rüya kadar kısa sürüyordu. Yatağa tekrar oturdum. Bir müddet dinlendim.
Bacaklarım uyuşacak kadar çok zıplamıştım. Ama yine de özgürlüğü hissetmek iyi
geldi. Kapı kilidi tekrar tıkırdadı. Metal çerçeve açıldı. Kalkıp tepsiyi
uzattım. Yeni tepsi içeri girdi. Bu sefer bir şey demedim. Her şeyi olduğu gibi
kabul ettim. Bu sıradanlığın içinde olağan dışı bir keşif yapmış gibi
saklıyordum pencereden özgürlüğe baktığımı. Yemeğin ne olduğu ile artık
ilgilenmiyordum. Sadece doymak ve enerji kazanmak için hızlı hızlı gelen yemeği
yedim. Yapacak çok işim vardı. Kaçacaktım.
Tepsiyi bir kenara ittim. Tekrar yatağın
başına geçtim. Büyük bir güç gösterisi yapar gibi yatağın üstüne zıpladım.
Başımı kaldırdım. Gökyüzü tüm ihtişamı ile oradaydı. Oldukça eğildim. Tüm
gücümü ayaklarıma ve dizlerime vererek zıpladım. Pencerenin taş duvar
çıkıntısına dirseklerimle tutundum. Ayaklarım yerden kesildi. Bir süre zaman
kısıtlamam olmadan dirseklerimin üstünde durarak dışarıyı seyrettim. Dışarıya
bakarken gözlerimin içi parıldıyor, sanki ab-ı hayat gölünde yüzüyor gibi
neşeleniyordum. İçtikçe can buluyordum. Zehir gibi bütün vücudumu ele
geçirmişti mutluluk. Bir müddet sonra dirseklerim yanmaya bu durum canımı
yakmaya başladı. Vücudum beni içinde bulunduğum çukura davet eder gibi
çekiyordu. İstemiyordum. Ama artık dayanacak gücüm kalmamıştı. Dayanmaya
çalıştıkça daha fazla acı çekiyordum. Kendimi yatağa bıraktım. Bu küçük
pencereden kaçamayacağım aşikârdı. Ama özgürlüğün tadını burnumdan giren
oksijenle ciğerlerime taşımaya başlamıştım bile. Kendimi asla yenilmeyecek biri
olarak görmeye başladım. Yaptığım her işin kolay olacağını kendi kendime tekrar
ediyor ‘’asla beni yenemeyeceksiniz’’ diye mırıldanıyordum. Kollarımı sıyırdım.
Dirseklerimi kontrol ettim. Taş parçalarının izleri tümüyle dirseklerime geçmiş
ve baskı uyguladığım her yeri kızarmıştı. Biraz ovuşturduktan sonra yere
attığım bezleri tekrar aldım. Dirseklerime sarmaya başladım. Bu bez parçaları
bir süre daha beni idare edebilirdi. Sardıktan sonra kanat takmış gibi
heyecanlandım. Tekrar yatağın üstüne çıktım. Bu sefer daha fazla duracaktım.
Kararlıydım. Kafamı eğdim. Dizlerime baktım. Zıpladım. Tüm gücümle
dirseklerimle pencere kenarına dayandım. Gözlerimle hızlı hızlı sokaklara, boş
boş gezen insanlara bakıyordum. Uzaklardan gelen müzik seslerini
duyabiliyordum. Birden karşı binada duran bir hanımefendinin elindeki aynadan
yansıyan güneş ışığı aniden önümde parlamaya başladı. Gözlerimi önüme düşürdüm.
İki dirseğimin tam ortasında hafif oyuk bir çukurda parlak bir sigara paketi
olduğunu gördüm. Biraz ıslanmış biraz kurumuş mevsimlerin etkisinde kalmış, rüzgârlarla
savaşmış ama olduğu yerden ayrılmamış kim bilir ne zamandır oradaydı. Kendimi
tekrar çukura bırakırken ani bir hareketle sigara paketini çukurdan aldım.
Dirseklerimin acısını unutmuştum. Nefes nefese kalmıştım. Telaşlı bir
şekilde sigara paketini açtım ve okumaya başladım. ‘’12 Mart 2002; Demek hala buradasın. Bende buradayım merak etme. Umarım
iyisindir. Beni tekrar duymak istersen sana bir ipucu vereyim. Yemeğin geldiği
zaman açılan metal demir parçasına yedi kere tıklat. Ve kendini bırakma az
kaldı dayan. Zaman hızlı geçiyor sanıyorsun fakat geçmiyor. Sanırım ümidimi
yitireli uzun zaman oldu. En azından bu dört tarafı geçmişten geleceğe acı
taşıyan bu hücre için durum böyle. Ben içeriye düştüğümden beri kaç kez güneş
doğdu, kaç kez battı. Kaç fidan büyüdü, çiçek açtı. Kaç kez meyve verdi ağaçlar
o ağaçların dallarında kaç kez sallandı çocuklar. Ben içeri düştüğümden beri
yaşamıyorum. Bak düşüncelerimiz farklı olabilir. Fakat kaldığımız bu yer bizim
ortak noktamız. Bu oda bu sokak bu mahalle bu ilçe bu il ne fark eder. Hepimiz
buradayız. Burası dünya. Ben Ali Muhsin hepimiz yoksuluz kimimiz maddi anlamda
yoksul kimimiz manevi anlamda, kimimiz ise uzuvları konusunda yoksul herkes bir
şeyini kaybetmiş onu arıyor dünyada, hepimiz bir şey arıyoruz kendimizi
tamamlamak için. Hepimiz aciz ve yalnızız. Ben Ali Muhsin beni duyuyor musun?
Güneşin altında eriyen buz parçası gibi damla
damla çözülerek kopuyordum hayattan. Dayanağım olan sadece bu kâğıt
parçalarıydı. Gücüm yoktu. Saçma sapan işlerle uğraşıyordum. Biliyordum. Beni
buraya getiren neydi? Bu hücreye atılmamın sebebi neydi? İçimdeki isyanı
bastırmam için atılmıştım. Peki, başarılı olmuşlar mıydı? Hayır, binlerce kez
hayır. Silahları ağırdı. Özgürlüğümü
almışlardı. Beni yaralamıştı ama öldürememişlerdi henüz. Tek suçum düşünmekti.
Onu benden almak istiyorlardı. Kısmen de olsa almışlardı. Sağlıklı düşünmemi
engellemişlerdi. Ama hayır ben deli değildim. Şu an bunları düşünebiliyorum
diye düşündüm. Yani deli olmadığımı, evet düşünebiliyorum. Hem deli olduğunu
nasıl anlar bir insan. Çok zaman geçirdim. Burada. Bu hücrede. Onu bulmam
lazım. Ali Muhsin’i bulmam lazım. Kapıya doğru yöneldim. Kulağımı kapının metal
soğuğuna dayadım. İnce cızırtılı bir ses kulağımın içinden beynimin
derinliklerine doğru ilerliyordu. Usul usul dinlemeye başladım. Nefes
alışverişlerimi yavaşlattım. Frekansını kaçırmış bir teyp sesiydi bu. Evet,
aynen böyle devam edin dedim içimden. Ben yokmuşum gibi cızırdasın o teyibiniz.
Yedi kere, tam yedi kere sekiz değil tam yedi kere tıklatacaksın kapıyı. Sekiz
kere tıklatsam ne olacak diye düşündüm. Ama yedi demişti bir kere sekiz
yapmamın bir anlamı yoktu. Onu dinlemem gerekiyordu. O bana yardımcı olmaya
çalışıyordu. Nerede ne zaman canımın tak edeceğini biliyordu. Yedi dediyse
yediydi. O daha önce oynamıştı bu oyunu. Bir yandan da beni yönlendirmesi
hoşuma gidiyordu. Üstümden koca bir yükü alıyordu. O ne derse onu yapıyordum.
Kumandanın ucundaki bir robot gibiydim. Hem sonradan yine pişman olacağım bir
şey yapmak, söylemek istemiyordum. Gözlerim birden ağır çekim ilerleyen bir
kamera gibi pencereye yöneldi. Açılıp kapandı. Sonra aynı yavaşlıkta pencereden
yerde duran tepsiye düştü. Burada olduğuma dair bir şeyler yazmam gerekiyordu.
Aklıma deli olmayan birinin aklına gelebilecek bir fikir geldi. Kulağımı
kapıdan kaldırdım. Yerdeki tepsiyi aldım. Yemek lekelerinin olduğu duvarın
olduğu yere gittim. Tepsinin sivri ucu ile duvarın o soluk tenine yara açabilir
miyim diye baktım. Kazıdıkça kazıdım. Oluyordu. Tepsiyi her sürttüğümde duvarda
ince bir sızı gibi oluşan kılcal damarları görebiliyordum. Bir şeyler yazmam
gerekiyordu. Kapıya baktım. Tüm soğukluğu ile o da bana bakıyordu. Bende ‘’ la puerta fatal’’ yazdım. Yazdıktan
sonra nefretimi kusmuş gibi pis kokulu duvarın karşısına geçip onu izledim. Beni
anlamanızı istemeyi çoktan bıraktım. Beni anlamayın. Anlaşılmak için çok geç
artık diye bağırdım. Birden birisi beni omuzlarımdan yakalamış gibi tuttu sanki
ve titremeye başladım. Ellerim, çenem, bacaklarım tüm gövdem beni sarsacak
kadar titremeye başladı. Kasıldıkça kasıldım. Bacaklarım beni taşıyacak gücü
bulamıyordu. Ellerimden destek alarak kendimi yere bıraktım. Gözlerimle
gördüğüm her şey sallanıyordu. Hızlı hızlı gözkapaklarımı kapatıp açtım. Bunu
sanırım beş, altı kez yaptım. Faydası yoktu. Boğazı kesilmiş bir hayvan gibi
derin derin nefes alarak inliyordum. Ölüm böylemiydi. Nefes alış verişlerim
hızlandı. Gözkapaklarım gözlerime baskı yapıyordu. Sanırım vücudum artık
durmamı istiyordu. Ama beynim bunu idrak edemeyecek kadar özgürdü. Gözlerim
karanlık bir ormana girmiş gibi karardı. Kokusunu alıyordum ağaçların, fakat
göremiyordum.
Gün ağarmıştı. Pencereden gelen
sıcak hava dalgası vücudumun belli noktalarını ısıtıyordu. Gözlerimi açtım.
Uzun zamandır uyuduğumun farkındaydım. Soğuk zeminle bütünleşmiş vücudum
kıpırdayamaz haldeydi. Görüntü yavaş yavaş netleşiyordu. Kapıya doğru baktım.
İçinde yemek olan bir tepsi beni bekliyordu. Ufak hareketlerle hareket ettim.
Tabiri caizse tepsiye doğru süründüm. Hafifçe kapıya yaslanarak doğruldum.
Tepside duran yemekleri yemeğe çalıştım. Kaşığı tutamayacak kadar güçsüzdüm.
İki dilim ekmekten birisini alıp ikiye böldüm. Tepside duran bezelyenin içine
daldırdım. Ağzıma attım. Kurumuş dudaklarım hafifçe nemlenmişti. Yemek uzun
zamandır burada olmalıydı. Soğuk ve lezzetsizdi. Ama uzun zamandır yiyeceğim en
lezzetli yemek olacaktı. Yavaş yavaş çenemi hareket ettirdim. O dünyanın en
harika lokmasını çiğnedim. Yutkundum. Yutkunmak ne kadar güzel bir şey diye
içimden geçirdim. Konuşmaya çalıştım. Sesim çok kısılmıştı. Tepsiyi kucağıma
aldım. Yemeğe devam ettim. Vücudum bu duruma uyum sağlamıştı. İnce bileklerim
artık kaşığı tutacak kadar canlanmıştı. Biraz su içtim. Bu iyi gelmişti. Ağır
ağır çiğnediğim lokmalar bana güç veriyordu. Bir yandan gözyaşlarım yemeğe
damlıyor bir yandan tam damladığı yere kaşığı daldırıyordum. Bu durumu ancak
şöyle ifade edebilirdim. Tam anlamıyla kendi acıma tuz ekiyordum. Evet. Tam
olarak buydu yaptığım. Yemek bitti. Biraz daha kendime gelmiştim. Ayağa
kalktım. Tekrar kapıya kulağımı dayadım. Bu sefer frekansını kaçırmış bir teyp
değil de makas sesine benzer bir ses geliyordu. İlgilenmedim. Pencere kenarına
geçip yatağa uzandım. Kâğıt parçalarını elime aldım. Hepsini tekrar tekrar okuduktan
sonra ufak parçalara ayırdım. Avuç içimde sımsıkı tutup havaya doğru fırlattım.
Kâğıtlar tüy gibi ağır ağır yüzüme doğru geri indiler. Sanki bir şeyi
kutluyormuşum gibi hissettim. Aklım birden köşeleri kırmızı, içi beyaz olan
topa gitti. Sonra ona temas eden yeşil ayakkabılara, oradan o ayakkabının
içindeki ayaklara, oradan o minik bacaklara, oradan ise minik bedenine,
ellerine, yüzüne, güneş gibi parlayan sarı saçlarına, mavi gözlerine, yokluktan
varlığa giden bir çizgi gibi görünen kaşlarına, kirpiklerine, bilye
büyüklüğündeki burnuna, pamuk yumuşaklığındaki tenine, doğacağını ilk
duyduğumda bu anlattıklarımın hiç birini barındırmayan oğluma. ‘’Oğlum zaman ne
kadar çabuk geçiyor’’. Acaba ne yapıyorsun şimdi?
Midem çok kötü durumdaydı. Denizler
gibi dalgalanıyordu. Yediklerim dokunmuş olmalıydı. Yatağın üstünde bulunan
battaniyeye sarıldım. Çok soğuktu. Bir yandan da damlayan çeşmeye bakıyordum.
Kendimi o damlaların içinde boğulan karıncalar gibi hissettim. Kendimi güçlü
sanıyordum fakat ancak bir karınca kadar güçlüydüm ve bir damla su beni
boğmuştu bile. Karnımın etrafındaki kasılmalar sonucunda midem kaynıyordu.
Midemden yukarı doğru yemek boruma gelen bu sıvı ağzımdan bir itfaiye
hortumundan çıkan su kadar kuvvetli bir şekilde sancılı denecek kadar ağır ve
kötü bir koku eşliğinde vücudumu terk etti. Kusmayla birlikte bir rahatlama
geldi. Vücudum kendini öksürükler eşliğinde yatağın köşesine bıraktı.
Gözlerimin ucu ile kustuğum yere doğru baktım. Kendi yansımamı gördüm. Berbat
haldeydim. Battaniyeye olabildiğince daha da sıkı sarıldım. Pencereden içeri
giren rüzgâr benim biraz daha ayılmamı sağlamıştı. Öylece bir süre daha yattım.
Aradan tahminimce bir saat kadar geçmişti. Biraz daha iyiydim. Sırt üstü
döndüm. Pencerenin az görülen yerlerinden gökyüzüne baktım. Hava muhteşem
görünüyordu. Hatta bir uçağın geçişini gördüm. Kalbim titrek bir hal aldı.
Hızlı hızlı atmaya başladı. Ayağa kalktım. Uçağın arkasında bıraktığı su
buharının çizdiği şeritlere baktım. Uçağı göremiyordum ama ona ait bir çizgi
kalmıştı. Sonra üstümdeki lekeli kıyafetlere baktım. Önce yırtık olan gömleğimi
sonra da yer yer gözyaşlarımla ıslanmış olan pantolonumu çıkardım. İşte
özgürlük diye bağırdım. Sesim çıkmadı ama çıkmış gibi mutluydum. Özgürlük
burada benim için sadece iç çamaşırı ile durabilmekti. Yerde duran kusmuğa
basmadan yataktan indim. Musluğu açtım. Pantolonumu yatağa geri fırlattım.
Gömleğimi suyun altına bıraktım. Yeterince ıslandığını düşündüğüm anda onu
elimle sıktım. Suyu yeterince süzüldükten sonra yere çömeldim ve kusmuğu
temizlemeye başladım. Bir elimle burnumu tutuyor diğer elimle kusmuğu
temizlemek için ileri geri hareketler yapıyordum. Sanırım kendi pisliğinde
boğulmak böyle oluyordu. Temizledikten sonra gömleğimi tekrar musluğun altına
bırakıp akan su ile onun temizlenmesini izledim. Kusmuk parçaları yapıştıkları
yerden yavaş yavaş ayrılıyor evyenin su borusundan bilinmez bir yere doğru
gidiyorlardı. Gömleğim artık benim olmaktan çıkmış giyinilecek bir tarafı
kalmamıştı. Artık bir toz bezi olarak devam edecekti hayatına. Tek kıyafetim
kalmıştı. Pantolonum.
Kapının yanında hediyesini bekleyen
çocuklar gibi bekliyordum. Nerede kaldı bu nerede kaldı nerede nerede nerede
diye içimden geçiriyordum. Bir yandan da ellerimin arasına aldığım yüzümü
inceliyor yanaklarımı çekip duruyordum. Sertçe iki tokat attım kendime.
Tahminimce soluk tenimde parmaklarımın izleri hafif pembemsi şekilde kızardı.
Birden ağır ağır yükselen ayak seslerini duydum. İşte geliyor mekanikleşen el
geliyor diye kendimin bile zor duyduğu biçimde fısıldadım. Kulağımı kapıya
yaklaştırdım. Sesler çığ gibi büyüyordu. İşte geldi. Kilit tıkırdadı. Metal
çerçeve açıldı. Boş tepsiyi uzattım. Dolu tepsi içeri girdi. Metal çerçeve
kapandı. Çerçeve kapanır kapanmaz kapıyı yedi defa tıklattım. Ağır ağır sesler
uzaklaştı ve kesildi. Acaba mesajımı almamış mıydı? Duymadı mı acaba? Yedi kere
dedin. Yedi kere kapıya tıklattım işte. Sekiz defa yapmadım yemin ederim yedi
kere yaptım. Allahın belası mekanikleşen el aptal herif nereye gittin. Kapıyı
tekmelemeye başladım. ‘’Ali Muhsin neredesin laaaannnnn’’ diye bağırdım. Yemek
tepsisini yerden alıp pencereye doğru fırlattım. Yemekler duvardan yatağın
üstüne doğru akıyordu. Ellerimle kulaklarımı tıkadım. Dört duvar içinde deli
gibi koşmaya başladım. Bir pencere kenarına bir duvar kenarına koştum. Kalbim
yerinden çıkacak gibi oldu. Alnımdan akan terler iç çamaşırıma doğru düşüyordu.
Birden ayağımın altında metal tepsiyi hissettim. Metal tepsi ayağımın altından
kaydı ve kafamı sert zemine çarptım. Düşmenin etkisi ile sırtımda ve boynumda
şiddetli bir ağrı belirdi. Kalkamıyordum. Gözlerimi kapatıp ölümü bekledim.
Güneş ışınlarının yüzümü ısıtmasıyla
uyandım. Düştüğüm yerde kurumuş kan lekesi vardı. Elimle başımı yokladım.
Saçlarımın arasında kurumuş kan olduğunu fark ettim. Telaşla tüm vücudumu
yokladım. Biraz başım ağrıyordu. Onun dışında bir şeyim yoktu. Gözlerimi yerden
kaldırdım. Pencereye doğru baktım. Her şey yerli yerindeyi. Sonra kapı
kilidinin tekrar açıldığını duydum. Her şey bir an da olmuştu. Metal çerçeve
açıldı. İçeri el bombası büyüklüğünde bir kâğıt parçası yuvarlanarak girdi.
Sonra metal kapı açıldı. Kapı açılırken ayağa kalktım. Mekanikleşen el’i görmek
istedim ama yapamadım. Kâğıdı düştüğü yerden alıp açtım. Merhaba dostum artık özgürsün.
Gidebilirsin. Kendi ağabeyinin başında nöbet tutmak onun acılarına şahit olmak
ne kadar zor bilemezsin. Evet. Abimin adı Ali Muhsin. Yaklaşık bir yıl dört ay
önce öldü. Abim çok müşkül bir adamdı. Çok düşünür, çok okurdu. Hiçbir şeyden
tam anlamıyla mutlu olmazdı. Abimin notlarını okuduğunu biliyorum. Abim asla
yazdığı notlardaki gibi bir adam olamadı. Kendisini öyle zannediyordu. Yaşamı
boyunca hep dikenli yolların dikeni oldu. En son yaşadığı hastalık sonucu
kendisini bir sahaf zannediyordu. Sonunda kendisini buraya kapatma kararı
aldık. İlk günler sakin geçen geceleri vardı. Sonraları ise durup durup okuduğu
kitaplardan attığı tiradlar, okuduğu şiirler, yavaş yavaş kendisi ile
konuşmalara doğru devam etti. Her gece adını ilk kez duyduğum kadınlarla
konuşuyor, onlara aşk cümleleri kuruyordu. Sonraki gecelerde sessizliğe
büründü. Sonraki geceler yara almış bir hayvan gibi inlemeye başladı. Gitme,
gitme diye bağırdı. Ondan sonra her gece attığı çığlıklar, bağırmaları, eşinin
adını sayıklamaları, çocuklarına ettiği küfürler, pişmanlıkları kafasının
içinde olan bizim duymadığımız kavgalar sonucu bu gördüğün duvarlara kafasını
vura vura kafatasını kırdı ve vefat etti.
Okuduklarım karşısında şaşkınlıktan
yutkunamadım. Kâğıdı yere bıraktım. Adım atamayacak kadar bitkindim. Her şey
bitmişti. Ürkek adımlarla kapıya doğru yürüdüm. Bir deli tarafından bu kadar
zaman idare edilmiştim. Üstelik bu deli en zor zamanlarımda beni kurtaran Ali
Muhsin’di. Onun hayal dünyasına inanıp içine girmiştim. Anahtarı ise ondaydı.
Yorumlar
Yorum Gönder