Ali Muhsin




Hırsız olmayan birinin öyküsü




Derin derin düşüncelere daldığım o gün sanki hiçbir şey olmamış gibi yattığım yerden kalktım. Elimden giden özgürlüğümü bana hatırlatan bu ufak pencere beni tek heyecanlandıran nesneydi. Bu küçük pencere bana gökyüzünü, rüzgârın sesini, kuşların sesini, bazen uçuşan bir yaprak parçasını, yağmur damlalarını kısaca yaşama dair olan yaşama sevinçlerini hatırlatıyordu. Bulunduğum bu hücre kalın ve yüksek duvarlarla çevrili özel olarak tasarlanmış korunaklı bir yerdi. Buraya geleli iki gün olmuştu. Vücudum bu kapalı alanda oldukça hareketsiz kalmış ve güçsüzleşmişti. En iyi yaptığım şeyi yaptım; Düşündüm. Basit olandan başladım. Bugün yemekte ne var acaba diye düşündüm. Ah bir kuzu dolması gelse ne güzel olur diye hayal etmeye başladım. Sanki özgür iken kuzu dolması yiyormuş gibi. Sonra onu da düşünmeyi bıraktım. Aklıma Faik abinin oğlu Sami geldi. Biraz da onu düşündüm. Kısacık asker traşı olan saçlarını, yuvarlak gözlüklerini, Freud’dan yaptığı alıntıları, Balığa gittiğimizde denize bakıp ‘’ ulen bu dünya da ne dünyaymış’’ demesini, yakaladığı balıklardan özür dilemesini düşündüm. İlginç olan biz miydik o muydu? Yine güldüm bak şimdi. Birden bir tıkırtı geldi ve kapı kilidi açıldı. Bir karışlık metal çerçeve yukarı kalktı. Metal bir tepsi mekanikleşmiş bir el ile içeri doğru uzandı. Öğlen olmuştu. Tepsinin içinde elbette kuzu dolma yoktu. İki dilim ekmek, biraz fasulye, pilav ve salata vardı. Yemeğimi yedim ve tekrar yatağa uzandım. Bakışlarımı boş tavana doğru yönelttim. Yer yer dökülmüş alçıların bembeyaz bulutlar olduğunu hayal ettim ve başparmağımla işaret parmağımı birleştirip oraya bir güneş ekledim. Sımsıcak bir yaz güneşi, içimi aydınlatan. İşim buydu benim düşünmek, düşünmek, düşünmek. Kısa bir süre bu hayalle yaşadıktan sonra ayağa kalktım. Doğrulurken kemiklerimden kırt kırt sesler geldi. Pencere kenarına doğru ilerledim. Pencere yüksekte olduğundan dolayı başımı yukarı doğru kaldırdım. İşte gökyüzü diye geçirdim içimden, işte hayalim, işte düşüncem. Sonra gökyüzünde bir uçurtma olsaydı diye düşündüm. Bütün çıtalarının rengârenk kuyruğunun ise simsiyah olduğu uçsuz bucaksız gökyüzünde özgürce hareket eden bir uçurtma. Bunu düşünürken eş zamanlı olarak gülümsedim. Kafamı aşağıya doğru eğdim. Yanaklarımdan iki damla yaş geldi. Aklıma oğlumla gittiğimiz at çiftliğinde küçük bir tayın peşinden nasıl koştuğu, eşimin balonlarla süslediği odaya elleriyle kapattığı gözlerimi nasıl açtığını ve aynı anda oluşan ‘’Sürpriz’’ nidalarını düşündüm. Tekrar yatağa doğru yöneldim ve iki büklüm olarak yatağa oturdum. Pencereye doğru baktım. İçimden çok yüksekte diye geçirdim. Birden heyecanlanarak ayağa fırladım. Yatağı metal ayaklarından kavrayarak pencere kenarına çekmek için tuttum. Tüm gücümle çekmeme rağmen çok az ilerlemişti. Yatak yılların verdiği yorgunluğu taşıyordu. Ha gayret diye mırıldandım. Yatak biraz daha ilerledi. Eski yerinden kalan boşlukta sararmış bir kâğıt parçası belirdi. Terlemiş alnımı sildim. Heyecan içinde sararmış kâğıdın yanına ilerledim. Terli ellerim bir mücevher tutmuş gibi titriyordu. Hızlı bir hareket ile katlanmış kâğıdı açtım. ‘’ Tarih: 12 Mart 1998. Ben Ali Muhsin buraya düştüğümde hastaydım ve sanırım burada öleceğim sen de buraya düştüğüne göre buradasın ve bu yazıyı okuyorsun. Sana tavsiyem karşıda gördüğün musluğu ara sıra aç ve suyun sesini dinle. Bunu yaparken gözlerini kapat aklını bırak kendini bir göl kenarında sıcak bir güneşin altında uyurken düşün. Bu senin bir süre huzurlu uyumanı sağlayacaktır. Ben Ali Muhsin dediklerine göre Hırsız Ali Muhsin. Yanında çalıştığım kepazenin Sancar yardım vakfı adı altında topladığı paraları yurtdışındaki bankalara gönderdiğini öğrendiğimden beri sinirli bir adamım. Ben Ali Muhsin o paraları kasadan çaldığımdan beri huzurluyum. O paraları gerçek yerine koyduğum için daha da mutluyum. Ben Ali Muhsin kâğıt bitiyor yazacak kadar da espriliyim. Kendine iyi bak.’’
Neydi şimdi bu, Duraksadım. Sakince kâğıdı yatağın üstüne bıraktım. Olanları idrak etmeye çalışıyordum. Biraz bekledikten sonra Ali Muhsin’den başka bir not var mı diye yatağın altına üstüne sağına soluna en ince ayrıntısına kadar her yerine baktım. Fakat bulamadım. Bu yazdıkları ile Ali Muhsin beni derinden etkilemişti. Bu küçük karanlık hücrede tek dostum oluvermişti bir anda. Notu tekrar elime alıp tekrar tekrar okudum. Sonra yastığın altına yerleştirdim. Akşama doğru yine aynı kilit sesi kulaklarıma vurdu. Kapı açıldı. Bir karışlık yerden yine aynı mekanikleşen el içeri uzandı. Yemeğimi bıraktı ve gitti. Yine iki dilim ekmek biraz salata çorba ve bulgur pilavı vardı. Yemedim köşeye bıraktım. Musluğun yanına geçtim. Sırtımı duvara yasladım. Bacaklarımı karnıma doğru çektim. Ali Muhsin’i düşündüm. Evli mi, bekâr mı, gözleri ne renk kaç yaşında dünyanın neresinde oturuyor en önemlisi de yaşıyor mu? 1998 yılında yazdığı bu not yedi senedir burada beni mi bekliyor? Acaba özgürlüğüne kavuştu mu? Ne yapıyor? Bütün gece bunları düşündüm. Düşünürken musluğun kenarında uyuya kalmışım.

           
Sabah yine aynı kilit sesinin tıkırdaması ile uyandım. Her yerim uyuşmuş betonun soğuğu ile üşümüş titriyordum. Sürünerek kapıya doğru ilerledim. Yemediğim yemek tepsisini parmak uçlarımla iterek mekanikleşen el’e doğru uzattım. O da sabah kalvaltımı içeri doğru iterek karşılık verdi. Hırıltılı çıkan sesimle ‘’Hey baksana’’ diye seslendim.  Cevap vermedi. Konuşulmayacak kadar büyük bir suç işlemiş olmalıydım. Kilit tekrar kapandı. İnleyerek doğruldum. Gelen tepside bulunan iki dilim ekmek zeytin ve peyniri ılımış olan pet bardaktaki çay ile birlikte yedim. Bu biraz da insanın kendisine dönmesiydi. En zor durumlarda hiç kalmamış bir insan bu sorunlarla nasıl başa çıkacağını bilmeyen insandır. Ben hep zor durumların adamı oldum. Bunların da geçeceğini bilerek yaşadım. Güneş her zaman doğar, sen yeter ki karanlığın seni kör etmesine izin verme. Ayağa kalktım. Yatağa oturdum. Yastığın altına koyduğum notun orada olup olmadığına baktım. Tekrar eline alıp gözden geçirdim. Tekrar katladım ve yastığın altına koydum. Bulunduğum yeri gözlerimle incelemeye başladım. Küçük bir kutu gibi olan bu hücrenin ufak bir penceresi ufak bir musluğu bulunuyordu. Duvarları yer yer dökülmüş, sararmış ve rutubetliydi. İçeriye hava dolmasının tek sebebi ise bu ufak pencereydi. Yatağın sol arka ayağı pas içindeydi. Bunun sebebi ise burada kalanların hep o köşede ağlayıp düşen gözyaşlarının o sol arka ayağın üstüne düşmesidir diye düşündüm. Sonra insan yalnızken neler düşünüyor diye düşündüm.

Bir anda yataktan kalktım ve musluğun yanına gittim. Musluğun bir tarafı sarı bir tarafı ise boyası kalktığından gri bir hal almıştı. Suyun döküldüğü evye ise çatlakları ile ince kılcal çizgiler oluşturmuştu. Elimle musluğu çevirdim. Damla damla akan su birden fışkırdı ve biraz ıslandım. Tekrar elimle suyun şiddetini ayarladım. Bulunduğum yere çömeldim. Gözlerimi kapattım. Önce sakin bir müzik çalıyormuş gibi kafamı sağa sola doğru sallamaya başladım. Eşim ve oğlumla yemyeşil bir ormanda kendimi bir göl kenarında düşündüm. Oğlum köşeleri kırmızı ortası ise bembeyaz olan bir topun peşinden koşuyor eşim ise onunla oynuyordu. Musluktan akan su Ali Muhsin’in dediği gibi bir gölden akıyormuşçasına huzur vericiydi. Ali Muhsin haklıydı. Peki, bu haklılığı ne kadar sürecekti.



Oldukça yorgun hissediyordum. Sakallarım uzamış, dudağımın kenarında oluşan yara canımı yakmaya başlamıştı. Ağlıyordum. Hava kararmamıştı ama bulutlar kapkara bir hal almıştı. Her an halime ağlayacaklarmış gibi bekliyorlardı. Birden gök gürültüsü ile bulutlar da ağlamaya başladı. Birlikte ağlıyorduk. Üşümeye başladım. Musluğu kapattım. Yatağa uzandım. İçeri giren yağmur damlalarını saymaya başladım. Beceremeyince vazgeçtim. Üstümü, yırtıkları yamalanmış tüyleri kabarmış yer yer yanık yerleri bulunan oldukça eski olan battaniye ile örttüm. Titriyordum. Yatağın içinde vücudumu hareket ettirip ısınmaya çalışıyordum fakat faydası yoktu. ‘’ Kimse yokmuuuuu, bu Allah’ın belası yerde kimse yok muuu?’’ diye bağırdım. Kimse sesime yanıt olmadı, kimse sesimi duymadı. Sesim kulağımda yankılanacak kadar yalnızdım. Allah kadar!                
           
Durmuş zamanın peşinden koşan bir at gibiydim, yakalayamıyordum. Yelelerim yerinde uçuşuyor, gözlerim sadece önüme bakıyordu. Sadece yoruluyor enerji kaybediyordum. Bitkin düşmüştüm. Yükünü yeni bırakmış bir hamal gibi yataktaydım. Kalkamıyordum. Gözlerimi tekrar kapattım. Ali Muhsin’i, gökyüzünü, karıncaları, sıcak ekmeğin buharını, topun peşinden koşan çocukları, denizi, vapurların düdüklerini, sabun köpüğünü, Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız diyen Cemal’i düşündüm. Sonra bir türkü tutturdum ve ıslık çalmaya başladım. Boğazımdan gelen kuru nefes dudaklarımın yuvarlak bir hal alması ile eşsiz bir melodi olarak çıkıyordu. Biraz olsun keyfim yerine gelmişti. Gözlerimi açtım. Tavandan dökülen sıvaların battaniyenin üstünde biriktiğini gördüm. Doğruldum. Battaniyeyi silkeledim. Yere düşen sıva parçalarının yanında ufak bir kâğıt parçası gördüm. Almak için eğildiğim anda kapı kilidi tekrar sesi ile odaya dâhil oldu. Kâğıt parçasını sol avucumun içinde sımsıkı tutuyordum. Bir karışlık metal parçası kalktı. Mekanik el içeri girdi. Boş tepsiyi aradı. Sağ elimle tepsiyi uzattım. ‘’Hey bir ses ver be adam’’ diye seslendim. Boş tepsiyi aldı ve dolusunu içeri uzattı. Metal parçası tekrar kapandı. Kapanır kapanmaz hemen avuç içimde duran kâğıdı bir hayvanın avını avuç içinde tutmasının verdiği heyecan içinde açtım. O kadar yalnızdım ki kâğıt parçası ile konuşacağımı sanıyordum. ‘’Tarih 12 Mart 2000; Ben Ali Muhsin evli değilim. Kıt kanaat geçinen kırk bir yaşında bir adamım. Hayalim yardımseverlerin yardımı ile açılmış bir dükkân da yetmiş sekiz insana otuz iki hayvana günlük yemek yapmak. Onların karınlarına sıcak bir şeyler girmesini sağlamak. Ben Ali Muhsin Hala yaşıyor ve buradayım. Demek bu notu da buldun. Oysaki bu notu sıvaların altına saklamıştım. Büyük şans! .Kimse bulamaz sanıyordum. Bulduğuna göre hala burada ve yalnızsın. Beni çok düşünme her haksızlığa uğrayan insan gibi yalnızım. Huzurlu ve mutluyum bundan emin ol. Neyse konumuz bu değil biliyorum çok canın sıkılıyor ve halsiz bir vücuda sahipsin. İçindeki yaşama sevinci gittikçe azalıyor. Şimdi yazdıklarımı iyi oku sana yemek getirdikleri zaman açılan o bir buçuk karışlık metal parçasının olduğu yere iyi bak. Demir kapı ile metal parçasının sol tarafında ufak bir boşluk var. Karşındaki yemek tepsisini uzattıktan sonra boş tepsiyi almadan sen o tepsiyi sağ elinle uzat sol elinle ise o boşluktan sana bıraktığım iki cam parçasını al. Bunlar sana naçizane hediyelerim. Ben Ali Muhsin abin miyim kardeşin mi bilmiyorum ama asla hırsız değilim.’’

Ali Muhsin abi yine yapmıştı yapacağını. Benim yüreğimde derin yaralar açan bu adam benim yalnızlığımı paylaşıyor üstelik bir de bana hediye verecek kadar alçakgönüllü ve düşünceli davranıyordu. Beynimin içinde binlerce karınca farklı yönlere hareket ediyormuş gibi hissediyordum. Ufak ufak aklımın gittiğini beni terk ettiğini artık sadece bir hayal dünyasında yaşıyormuşçasına aklımın bana oyun oynadığını düşünmeye başladım. Kâğıdı buruşturup yatağın üstüne attım. Başımı ellerimin arasına aldım. Yere çömeldim. Bir süre öylece kaldım. Çaresizdim. Bu olanlara inanamıyordum. Bir kâğıt parçasından medet umacak duruma gelmiştim. Ellerimi, kollarımı, ayaklarımı, bacaklarımı hızlı hızlı kontrol ettim. Ellerimle yüz hatlarımı inceledim. Kemiklerimi hissedebiliyor oldukça zayıfladığımı fark edebiliyordum. Aklımı kaçırmak üzereydim. Ani bir hareketle yemeğin olduğu tepsiyi duvara fırlattım. Duvardan süzülen mercimek çorbası ve makarna duvarın o soluksuz rengine can kattı. Ayağa kalkıp avuç içlerimle yemekleri duvara yaydım. Sonra avuç içimde kalan yemek artıklarını yalamaya başladım. Duvar kenarına diz çöktüm ve ağlamaya başladım. ‘’Allah’ım neden neden neden neden neden? Nerdesin şerefsiz nerdesin Ali Muhsiiiinnnnnn bana notlar yazacağına beni buradan çıkarsana be adam. Her şeyi bildiğini sanıyorsun ama bir şey bildiğin yok! Ulan baksana halime ne haldeyim’’. Gözlerimden akan yaşlar sözcüklerin boğazımda takılıp kalmasına neden oluyordu. Yanımda duran yemek artıkları olan tepsiyi musluğun olduğu yere fırlattım. Çok yalnız ve açtım. Bulunduğum yerde bitkin bir halde boş gözlerle kala kaldım. Gerisini hatırlamıyorum.
  
Aradan bana göre çok uzun zaman geçti. Fakat üç-dört saat aralıklarla yemek verdiklerini bildiğimden en fazla dört saat geçtiğini biliyordum. O dört saat dört asır gibi gelmişti. Kapı kilidi tıkırdadı. Metal çerçeve kalktı. Hemen hızlı adımlarla boş tepsiyi sağ elimle mekanikleşen elden önce dışarı doğru uzattım. Sol elim ise Ali Muhsin’in bahsettiği boşluğu aradı. Sonunda bulmuştum. Avuç içimde iki tane soğuk ve sert yuvarlak ama tanımlayamadığım nesne bulunuyordu. Aynı anda boş tepsi sağ elimden çıkıverdi. İki elim sıcak olan taraftan soğuk olan tarafa geçti. Ardından mekanik el hücreye doğru elinde dolu olan tepsi ile girdi. ‘’ Kafamı metal boşluktan dışarı doğru bakmak için eğdim. Elin arkasında göbekli kalın siyah bir mont giyen iri bir adam gördüm. Sadece göbeğine kadar görülüyordu. Yüzümü daha da yere yaklaştırdım. Metal çerçeve aynı anda yüzüme sertçe kapandı. ‘’Pislik herif ’’diye bağırdım. Hemen sol avucumu açıp elime doğru baktım. Yemek lekelerinin arasında iki adet bilye duruyordu. Avuç içimde salladıkça çıt çıt ses çıkarıyorlardı. Bilyelerin birinin içinde sarı renk vardı ve köşesi çatlamıştı diğeri ise deniz mavisi renginde oldukça yeni bir bilyeydi. Düşüncelerim yavaş yavaş beni yiyip bitirmeye başlamıştı. Düşüncelerimi köşeye bırakıp bilyelerle oynamaya başladım. Halsiz vücudum çocuk neşesi ile hareketlenmiş her şeyi unutmuştu. ‘’Özür dilerim Ali Muhsin abi özür dilerimmmm söylediklerim için çok pişmanım beni affet ne olursun ’’. Ona olan hayranlığım git gide artıyor en zor anımda avcıdan kurtulan bir av gibi minnetle etrafa bakıyor ona şükrediyordum.

Böylece günler geçip gidiyordu. İçimi kaplayan bu huzursuz duygu beni baştan aşağı lanetlenmiş gibi kaplamıştı. Buradan çıkacağıma zerre kadar umudum kalmamıştı. Kendime yeni bir heyecan yeni bir umut yeni bir yaşama sevinci bulmam gerekiyordu. Düşünmek artık benim için çok zorlandığım bir konu haline gelmişti. Musluktan akan su, bilyeler, küçük pencereden baktığım sınırlı gökyüzü, kilidin sesi, metal çerçevenin açılması, şişman kalın montlu mekanik elin sahibi artık ilgimi çekmiyordu. Ali Muhsin’in bir sonraki hamlesini beklemekten de sıkılmıştım. Yapacak bir şeyim yoktu. Özgürlüğü alınan bir aslan gibi sinmiştim. Kim bilir bu duvarlarda ne kadar çok acı ne kadar da gözyaşı vardı. Sessizlikten dolayı Ali Muhsin’in ve burada kalan insanların haykırışlarını duvarlardan bana karşı bağırışlarını duyuyordum. Kulaklarımı tıkadım. Delirecektim. ‘’Hayırrrrrrr susun yeter’’ diye bağırdım. Delirdim belki de. Olmayan şeyler görüyor, olmayan şeyler duyuyordum. Kendimle konuşmayıp bir duvara karşı konuşuyordum. Yere doğru düştüm. Cenin pozisyonunda beklemeye başladım. Sussunlar beni yalnız bıraksınlar diye şarkı söylemeye sesleri bastırmaya çalıştım. Gözlerimi kapattım. Açtım. İçeri dolan güneş ışıklarını gördüm. Işığın içinde uçuşan toz zerrelerini bile gördüm. İşte güneş dedim kendi kendime güneşin sıcaklığı aydınlatıcı hali umut ışığım diye mırıldandım. Bacaklarımı karnımdan uzaklaştırdım. Kirli ellerimi üstümdeki gömleğe sildim. Ellerimden destek alarak ayağa kalktım. Unuttuğum bir şeyi hatırlar gibi güneş ışığının altına doğru yürüdüm. Yüzümü ısıtan güneşin altında uzun süre durdum. Ellerimi uzattım. Parmaklarımın arasından sızan güneşin yüzümde gezinmesini seyrettim. Sanki ruhum bedenimden ayrılmış dışarıdan kendimi o acınacak halimi çocuksu halimi çıldırmış halimi insanlığımdan aldığım hazzı bütün hallerimi görür gibi kendimi gördüm. Faik gibi aynı ses tonunda yapmaya çalışarak  ‘’ulen bu dünya da ne dünyaymış’’ diye mırıldandım. Epey komik oldu. Kahkahalar attım. Tekrar ettim. ‘’ulen bu dünya da ne dünyaymış’’. Sanırım Faik deliydi. Ya da biz kendimizi akıllı sanıyorduk. Oldukça uzun bir zaman sonra anladım ki aklımı sandığımdan erken yitirmeğe başlamıştım. Bende yönünü kaybetmiş bir pusula gibiydim.

Tuvalete gitmem gerekiyordu. Mesanem patlayacak kadar dolmuştu. Kapının yanına gidip yumruklamaya başladım. Her yumruğumda kapının metal yüzeyinde haleler halinde dağılan ses mekanikleşen ele sesimi duyurmuştu. ‘’Hey ordasın biliyorum. Yumruklarımı suratına yemek istemiyorsan beni tuvalete götürmen gerekiyor’’. Yumruk atacak takatim varmış gibi boşa kürek çekiyordum. Kuru sıkı tehdit ediyordum. Metal çerçeve açıldı. İşte oldu dedim sessizce. Çaresizliğimi belli etmemeye çalışarak metal çerçeveye doğru eğildim. Daha kısık bir sesle tuvalete gitmem gerekiyor dedim. Çerçeveden gördüğüm sadece iki kalın bacak üstünde siyah kumaş pantolon altında ise siyah deri ayakkabılardı. Mekanikleşen el eğilince kırılan dizlerini de gördüm. Yüzü hala belirsizdi. Sol cebinden bir bez parçası çıkardı. Metal çerçeveden içeri attı. Ardından bir kâğıt parçasını içeri bıraktı. Metal çerçeveyi kapattı. Kâğıdı aldım. Tamamını büyük harflerle yazdığı ‘’ TAKMAZSAN…’’ sonunu yazmadığı bu büyük tehdit karşısında ne yapacağımı bilemedim. İnsanı psikolojik olarak yıkan da buydu. Sonunu göremediği kuyuya dalacak cesareti kendimde bulamıyordum. Güç ondaydı. Bir köpeğin önüne atılmış kemik gibi mahçupdum. Elimle siyah bezi yokladım. Torba gibi olan bu bezi kafama geçirdim. Her yer karardı. Tekrar kapıyı yumruklamaya başladım. Tamam dediğini yaptım. Hadi aç kapıyı diye bağırdım. Önce kilit sesini duydum. Sonra kapı büyük bir sessizliği ortasından delerek açıldı. Mekanikleşen el karşımdaydı. Onu hissediyordum ama ona dokunacak müdahale edecek cesareti kendimde bulamıyordum. Olduğum yerde bekliyordum. Bir iki adım atıp hücreden dışarı çıktım. Birden kalın parmaklarını hissettiğim mekanikleşen el sırtımda belirdi. Beni yönlendirir gibi hafifçe itti. Dışarı çıktık. Beş adım sonra sola döndük. Yedi adım sonra da sağa ve daha narin bir ses ile ikinci kapım açıldı. Sırtımdaki el beni bu sefer daha sert itti. Açılan kapıdan içeri girdim. Kapı kapandı. Sanırım tuvaletteydim. Hemen kafamdaki bez torbayı çıkardım. Buradan kaçmanın bir yolu var mı diye baktım. Bu minik tuvaletin içinde bir pencere bile yoktu. Ağır idrar kokusunun neden durmadan aynı yerde dönüp dolaştığını anladım. Farklı bir yer farklı bir koku farklı bir adım atmaktan hoşnuttum. İşimi halledip uzun zamandır ellerime değmeyen sabuna dokundum. İki kere uzun uzun ellerimi detaylıca yıkadım. Kendimi görmek istiyordum. Fakat ayna yoktu. Sonra sabunu yüzüme sürdüm. Yüzümü de aynı şekilde uzun uzun yıkadım. Saçlarımdan damlayan su damlalarının sırtımdan aşağılara doğru inişini hissettim. Kapı sert bir şekilde yumruklandı. Sanırım zamanım dolmuştu. Bez torbayı kafama geçirdim. Kapıyı açtım. Üç adım atıp dışarı çıktım. Mekanikleşen el tekrar sırtıma o kalın parmaklarını geçirdi. Hafifçe iterek geldiğimiz yoldan önce yedi adım sola sonra da beş adım sağa doğru yürüdük. Eliyle omzuma bekle der gibi dokundu. Kilidi açtı. Zincir yere düştü. Anahtarı kapının deliğine soktu. Çevirdi. Kapıyı açtı. Tekrar sırtıma koyduğu eli ile beni tuvaletin önündeki gibi aynı sertlikle içeri doğru itiverdi. Kapıyı kapattı. Zinciri takıp kilitledi. Başımdaki bez torbayı hemen çıkarıp kapıyı yumrukladım. Faydası yoktu.

Bu yalnızlığın düşüncesi zihnime boca oldukça sağlıklı düşünemez hale gelmiştim. Her yaptığım hareketi tartmam gerekiyordu. Sırtımı kötü kokan duvara yasladım. Gözlerimi o küçük pencereye odakladım. Kararımı vermiştim. Kaçacaktım. Pencere ince bir tel ile korunuyordu. Biraz uğraşırsam teli yerinden oynatabilirdim. Gözlerimle vücudumu inceledim. Bunu yapabilirim diye düşündüm. Hemen harekete geçtim. Kendi kendime ‘’iyisin iyisin iyisin iyisin’’ diye tekrar ediyordum. Üstümdeki gömlekten bir parça alıp ellerime sardım. Böylelikle yerinden oynatmakta zorlandığım yatağın ayaklarından daha sağlam kavrayacaktım. Dışarıdan kuşların cıvıltıları geliyordu. Martılar ise acı acı bağırıyorlardı. Sanki beni bekliyorlar gibi hissettim. Yatağın başına geçtim. Ellerimle iki ön metal ayaktan kavradım ve tüm gücümle çekmeye başladım. Yatak olabildiğince direniyor uyguladığım güçten etkilenmiyordu. Ya ben çok güçsüzdüm ya da yatak olabildiğince ağırdı. Uzun uzun uğraştıktan sonra yatağı belli bir mesafe ilerletebilmiştim. Ter içinde kalmış vücudum oldukça yorulmuştu. Musluğun yanına gidip dizlerimin önüne çöktüm. Sağ elimdeki bez parçasını söktüm. Musluğu açtım. Akan suya ağzımı götürüp doya doya sudan içtim. Rahatlamıştım. Yanağımdan akan su damlaları dizlerime düşüyor. Düştüğü yerde pantolonumun renginden farklı bir renge dönüşüyordu. Oturdum bir müddet dalgın dalgın pantolonuma baktım. Ellerimi onun üzerinde gezdirdim. Yırtık olan gömleğimi neden yırttığımı düşündüm. Eşimin hediyesi olan bu gömlek artık tanınmayacak bir hale gelmişti. Eşim acaba ne yapıyordu. Oğlum hala beni soruyor muydu? Bunları düşünmeye başladım. Sıkıldım. İçimde bir ürperti oluştu. Derin bir nefes aldım. Aldığım bu hava ölü bir hayvan kokusu gibi burnuma hücum ediyordu. Bez parçasını tekrar elime sardım.           Yatağın başına geçtim. Tekrar çekmeye başladım. Avuç içlerim ağrıyor, ağrıdıkça daha da çok fazla güç tüketiyordum. Acıyla kavrulmuş ellerim bana acıdan daha fazla dayanma gücü veriyordu. Gözyaşları ile çekmeye devam ettim. Sonunda yaptım. ‘’İşte oldu’’ diye bağırdım. Ellerimdeki bez parçalarını söküp yere attım. En büyük rakibim metal yığını olan bu yataktı. Beni bu yatak yenerse ben dünyaya nasıl baş kaldıracaktım. Ben dünyaya karşı durmak istiyordum. Tek başıma ama onurlu bir şekilde tam olarak istediğim buydu. Geri çekildim. Yatağa ve bu büyük zaferime doğru baktım. Ellerimi belimde tuttum. Büyük bir savaş kazanmış gibi cebimden bilyeleri çıkardım. Bu savaşın bir kurbanı olması gerekiyormuş gibi bilyeleri pencereden dışarı fırlattım.



Yatağın üstüne bir ceylan gibi narin ama bir arı gibi istekli bir şekilde atladım. Biraz soluklandıktan sonra ayağa kalktım. Pencere hala yukarıdaydı. Zıplamaya başladım. Zıpladıkça insanları, kuşları, mahalleleri, tütün saran amcaları, sevgilileri, çocukları, beni saran dikenli telleri her şeyi görüyordum. Bağırmaya başladım. ‘’Heyyyyy buradayım buradayım sizin gibiydim! Özgürdüm, beni de yanınıza alın. Yalvarırım beni de alın.’’ Ama kimse sesimi duymuyordu. Duyanlar ise yanıt vermiyordu. Zıplamayla gördüğüm bu görüntüler gözlerimin önünden sadece kısa bir an olarak geçip gidiyordu. Bir rüya kadar kısa sürüyordu. Yatağa tekrar oturdum. Bir müddet dinlendim. Bacaklarım uyuşacak kadar çok zıplamıştım. Ama yine de özgürlüğü hissetmek iyi geldi. Kapı kilidi tekrar tıkırdadı. Metal çerçeve açıldı. Kalkıp tepsiyi uzattım. Yeni tepsi içeri girdi. Bu sefer bir şey demedim. Her şeyi olduğu gibi kabul ettim. Bu sıradanlığın içinde olağan dışı bir keşif yapmış gibi saklıyordum pencereden özgürlüğe baktığımı. Yemeğin ne olduğu ile artık ilgilenmiyordum. Sadece doymak ve enerji kazanmak için hızlı hızlı gelen yemeği yedim. Yapacak çok işim vardı. Kaçacaktım.

Tepsiyi bir kenara ittim. Tekrar yatağın başına geçtim. Büyük bir güç gösterisi yapar gibi yatağın üstüne zıpladım. Başımı kaldırdım. Gökyüzü tüm ihtişamı ile oradaydı. Oldukça eğildim. Tüm gücümü ayaklarıma ve dizlerime vererek zıpladım. Pencerenin taş duvar çıkıntısına dirseklerimle tutundum. Ayaklarım yerden kesildi. Bir süre zaman kısıtlamam olmadan dirseklerimin üstünde durarak dışarıyı seyrettim. Dışarıya bakarken gözlerimin içi parıldıyor, sanki ab-ı hayat gölünde yüzüyor gibi neşeleniyordum. İçtikçe can buluyordum. Zehir gibi bütün vücudumu ele geçirmişti mutluluk. Bir müddet sonra dirseklerim yanmaya bu durum canımı yakmaya başladı. Vücudum beni içinde bulunduğum çukura davet eder gibi çekiyordu. İstemiyordum. Ama artık dayanacak gücüm kalmamıştı. Dayanmaya çalıştıkça daha fazla acı çekiyordum. Kendimi yatağa bıraktım. Bu küçük pencereden kaçamayacağım aşikârdı. Ama özgürlüğün tadını burnumdan giren oksijenle ciğerlerime taşımaya başlamıştım bile. Kendimi asla yenilmeyecek biri olarak görmeye başladım. Yaptığım her işin kolay olacağını kendi kendime tekrar ediyor ‘’asla beni yenemeyeceksiniz’’ diye mırıldanıyordum. Kollarımı sıyırdım. Dirseklerimi kontrol ettim. Taş parçalarının izleri tümüyle dirseklerime geçmiş ve baskı uyguladığım her yeri kızarmıştı. Biraz ovuşturduktan sonra yere attığım bezleri tekrar aldım. Dirseklerime sarmaya başladım. Bu bez parçaları bir süre daha beni idare edebilirdi. Sardıktan sonra kanat takmış gibi heyecanlandım. Tekrar yatağın üstüne çıktım. Bu sefer daha fazla duracaktım. Kararlıydım. Kafamı eğdim. Dizlerime baktım. Zıpladım. Tüm gücümle dirseklerimle pencere kenarına dayandım. Gözlerimle hızlı hızlı sokaklara, boş boş gezen insanlara bakıyordum. Uzaklardan gelen müzik seslerini duyabiliyordum. Birden karşı binada duran bir hanımefendinin elindeki aynadan yansıyan güneş ışığı aniden önümde parlamaya başladı. Gözlerimi önüme düşürdüm. İki dirseğimin tam ortasında hafif oyuk bir çukurda parlak bir sigara paketi olduğunu gördüm. Biraz ıslanmış biraz kurumuş mevsimlerin etkisinde kalmış, rüzgârlarla savaşmış ama olduğu yerden ayrılmamış kim bilir ne zamandır oradaydı. Kendimi tekrar çukura bırakırken ani bir hareketle sigara paketini çukurdan aldım. Dirseklerimin acısını unutmuştum. Nefes nefese kalmıştım. Telaşlı bir şekilde sigara paketini açtım ve okumaya başladım. ‘’12 Mart 2002; Demek hala buradasın. Bende buradayım merak etme. Umarım iyisindir. Beni tekrar duymak istersen sana bir ipucu vereyim. Yemeğin geldiği zaman açılan metal demir parçasına yedi kere tıklat. Ve kendini bırakma az kaldı dayan. Zaman hızlı geçiyor sanıyorsun fakat geçmiyor. Sanırım ümidimi yitireli uzun zaman oldu. En azından bu dört tarafı geçmişten geleceğe acı taşıyan bu hücre için durum böyle. Ben içeriye düştüğümden beri kaç kez güneş doğdu, kaç kez battı. Kaç fidan büyüdü, çiçek açtı. Kaç kez meyve verdi ağaçlar o ağaçların dallarında kaç kez sallandı çocuklar. Ben içeri düştüğümden beri yaşamıyorum. Bak düşüncelerimiz farklı olabilir. Fakat kaldığımız bu yer bizim ortak noktamız. Bu oda bu sokak bu mahalle bu ilçe bu il ne fark eder. Hepimiz buradayız. Burası dünya. Ben Ali Muhsin hepimiz yoksuluz kimimiz maddi anlamda yoksul kimimiz manevi anlamda, kimimiz ise uzuvları konusunda yoksul herkes bir şeyini kaybetmiş onu arıyor dünyada, hepimiz bir şey arıyoruz kendimizi tamamlamak için. Hepimiz aciz ve yalnızız. Ben Ali Muhsin beni duyuyor musun?

Güneşin altında eriyen buz parçası gibi damla damla çözülerek kopuyordum hayattan. Dayanağım olan sadece bu kâğıt parçalarıydı. Gücüm yoktu. Saçma sapan işlerle uğraşıyordum. Biliyordum. Beni buraya getiren neydi? Bu hücreye atılmamın sebebi neydi? İçimdeki isyanı bastırmam için atılmıştım. Peki, başarılı olmuşlar mıydı? Hayır, binlerce kez hayır.  Silahları ağırdı. Özgürlüğümü almışlardı. Beni yaralamıştı ama öldürememişlerdi henüz. Tek suçum düşünmekti. Onu benden almak istiyorlardı. Kısmen de olsa almışlardı. Sağlıklı düşünmemi engellemişlerdi. Ama hayır ben deli değildim. Şu an bunları düşünebiliyorum diye düşündüm. Yani deli olmadığımı, evet düşünebiliyorum. Hem deli olduğunu nasıl anlar bir insan. Çok zaman geçirdim. Burada. Bu hücrede. Onu bulmam lazım. Ali Muhsin’i bulmam lazım. Kapıya doğru yöneldim. Kulağımı kapının metal soğuğuna dayadım. İnce cızırtılı bir ses kulağımın içinden beynimin derinliklerine doğru ilerliyordu. Usul usul dinlemeye başladım. Nefes alışverişlerimi yavaşlattım. Frekansını kaçırmış bir teyp sesiydi bu. Evet, aynen böyle devam edin dedim içimden. Ben yokmuşum gibi cızırdasın o teyibiniz. Yedi kere, tam yedi kere sekiz değil tam yedi kere tıklatacaksın kapıyı. Sekiz kere tıklatsam ne olacak diye düşündüm. Ama yedi demişti bir kere sekiz yapmamın bir anlamı yoktu. Onu dinlemem gerekiyordu. O bana yardımcı olmaya çalışıyordu. Nerede ne zaman canımın tak edeceğini biliyordu. Yedi dediyse yediydi. O daha önce oynamıştı bu oyunu. Bir yandan da beni yönlendirmesi hoşuma gidiyordu. Üstümden koca bir yükü alıyordu. O ne derse onu yapıyordum. Kumandanın ucundaki bir robot gibiydim. Hem sonradan yine pişman olacağım bir şey yapmak, söylemek istemiyordum. Gözlerim birden ağır çekim ilerleyen bir kamera gibi pencereye yöneldi. Açılıp kapandı. Sonra aynı yavaşlıkta pencereden yerde duran tepsiye düştü. Burada olduğuma dair bir şeyler yazmam gerekiyordu. Aklıma deli olmayan birinin aklına gelebilecek bir fikir geldi. Kulağımı kapıdan kaldırdım. Yerdeki tepsiyi aldım. Yemek lekelerinin olduğu duvarın olduğu yere gittim. Tepsinin sivri ucu ile duvarın o soluk tenine yara açabilir miyim diye baktım. Kazıdıkça kazıdım. Oluyordu. Tepsiyi her sürttüğümde duvarda ince bir sızı gibi oluşan kılcal damarları görebiliyordum. Bir şeyler yazmam gerekiyordu. Kapıya baktım. Tüm soğukluğu ile o da bana bakıyordu. Bende ‘’ la puerta fatal’’ yazdım. Yazdıktan sonra nefretimi kusmuş gibi pis kokulu duvarın karşısına geçip onu izledim. Beni anlamanızı istemeyi çoktan bıraktım. Beni anlamayın. Anlaşılmak için çok geç artık diye bağırdım. Birden birisi beni omuzlarımdan yakalamış gibi tuttu sanki ve titremeye başladım. Ellerim, çenem, bacaklarım tüm gövdem beni sarsacak kadar titremeye başladı. Kasıldıkça kasıldım. Bacaklarım beni taşıyacak gücü bulamıyordu. Ellerimden destek alarak kendimi yere bıraktım. Gözlerimle gördüğüm her şey sallanıyordu. Hızlı hızlı gözkapaklarımı kapatıp açtım. Bunu sanırım beş, altı kez yaptım. Faydası yoktu. Boğazı kesilmiş bir hayvan gibi derin derin nefes alarak inliyordum. Ölüm böylemiydi. Nefes alış verişlerim hızlandı. Gözkapaklarım gözlerime baskı yapıyordu. Sanırım vücudum artık durmamı istiyordu. Ama beynim bunu idrak edemeyecek kadar özgürdü. Gözlerim karanlık bir ormana girmiş gibi karardı. Kokusunu alıyordum ağaçların, fakat göremiyordum.  
            Gün ağarmıştı. Pencereden gelen sıcak hava dalgası vücudumun belli noktalarını ısıtıyordu. Gözlerimi açtım. Uzun zamandır uyuduğumun farkındaydım. Soğuk zeminle bütünleşmiş vücudum kıpırdayamaz haldeydi. Görüntü yavaş yavaş netleşiyordu. Kapıya doğru baktım. İçinde yemek olan bir tepsi beni bekliyordu. Ufak hareketlerle hareket ettim. Tabiri caizse tepsiye doğru süründüm. Hafifçe kapıya yaslanarak doğruldum. Tepside duran yemekleri yemeğe çalıştım. Kaşığı tutamayacak kadar güçsüzdüm. İki dilim ekmekten birisini alıp ikiye böldüm. Tepside duran bezelyenin içine daldırdım. Ağzıma attım. Kurumuş dudaklarım hafifçe nemlenmişti. Yemek uzun zamandır burada olmalıydı. Soğuk ve lezzetsizdi. Ama uzun zamandır yiyeceğim en lezzetli yemek olacaktı. Yavaş yavaş çenemi hareket ettirdim. O dünyanın en harika lokmasını çiğnedim. Yutkundum. Yutkunmak ne kadar güzel bir şey diye içimden geçirdim. Konuşmaya çalıştım. Sesim çok kısılmıştı. Tepsiyi kucağıma aldım. Yemeğe devam ettim. Vücudum bu duruma uyum sağlamıştı. İnce bileklerim artık kaşığı tutacak kadar canlanmıştı. Biraz su içtim. Bu iyi gelmişti. Ağır ağır çiğnediğim lokmalar bana güç veriyordu. Bir yandan gözyaşlarım yemeğe damlıyor bir yandan tam damladığı yere kaşığı daldırıyordum. Bu durumu ancak şöyle ifade edebilirdim. Tam anlamıyla kendi acıma tuz ekiyordum. Evet. Tam olarak buydu yaptığım. Yemek bitti. Biraz daha kendime gelmiştim. Ayağa kalktım. Tekrar kapıya kulağımı dayadım. Bu sefer frekansını kaçırmış bir teyp değil de makas sesine benzer bir ses geliyordu. İlgilenmedim. Pencere kenarına geçip yatağa uzandım. Kâğıt parçalarını elime aldım. Hepsini tekrar tekrar okuduktan sonra ufak parçalara ayırdım. Avuç içimde sımsıkı tutup havaya doğru fırlattım. Kâğıtlar tüy gibi ağır ağır yüzüme doğru geri indiler. Sanki bir şeyi kutluyormuşum gibi hissettim. Aklım birden köşeleri kırmızı, içi beyaz olan topa gitti. Sonra ona temas eden yeşil ayakkabılara, oradan o ayakkabının içindeki ayaklara, oradan o minik bacaklara, oradan ise minik bedenine, ellerine, yüzüne, güneş gibi parlayan sarı saçlarına, mavi gözlerine, yokluktan varlığa giden bir çizgi gibi görünen kaşlarına, kirpiklerine, bilye büyüklüğündeki burnuna, pamuk yumuşaklığındaki tenine, doğacağını ilk duyduğumda bu anlattıklarımın hiç birini barındırmayan oğluma. ‘’Oğlum zaman ne kadar çabuk geçiyor’’. Acaba ne yapıyorsun şimdi?

            Midem çok kötü durumdaydı. Denizler gibi dalgalanıyordu. Yediklerim dokunmuş olmalıydı. Yatağın üstünde bulunan battaniyeye sarıldım. Çok soğuktu. Bir yandan da damlayan çeşmeye bakıyordum. Kendimi o damlaların içinde boğulan karıncalar gibi hissettim. Kendimi güçlü sanıyordum fakat ancak bir karınca kadar güçlüydüm ve bir damla su beni boğmuştu bile. Karnımın etrafındaki kasılmalar sonucunda midem kaynıyordu. Midemden yukarı doğru yemek boruma gelen bu sıvı ağzımdan bir itfaiye hortumundan çıkan su kadar kuvvetli bir şekilde sancılı denecek kadar ağır ve kötü bir koku eşliğinde vücudumu terk etti. Kusmayla birlikte bir rahatlama geldi. Vücudum kendini öksürükler eşliğinde yatağın köşesine bıraktı. Gözlerimin ucu ile kustuğum yere doğru baktım. Kendi yansımamı gördüm. Berbat haldeydim. Battaniyeye olabildiğince daha da sıkı sarıldım. Pencereden içeri giren rüzgâr benim biraz daha ayılmamı sağlamıştı. Öylece bir süre daha yattım. Aradan tahminimce bir saat kadar geçmişti. Biraz daha iyiydim. Sırt üstü döndüm. Pencerenin az görülen yerlerinden gökyüzüne baktım. Hava muhteşem görünüyordu. Hatta bir uçağın geçişini gördüm. Kalbim titrek bir hal aldı. Hızlı hızlı atmaya başladı. Ayağa kalktım. Uçağın arkasında bıraktığı su buharının çizdiği şeritlere baktım. Uçağı göremiyordum ama ona ait bir çizgi kalmıştı. Sonra üstümdeki lekeli kıyafetlere baktım. Önce yırtık olan gömleğimi sonra da yer yer gözyaşlarımla ıslanmış olan pantolonumu çıkardım. İşte özgürlük diye bağırdım. Sesim çıkmadı ama çıkmış gibi mutluydum. Özgürlük burada benim için sadece iç çamaşırı ile durabilmekti. Yerde duran kusmuğa basmadan yataktan indim. Musluğu açtım. Pantolonumu yatağa geri fırlattım. Gömleğimi suyun altına bıraktım. Yeterince ıslandığını düşündüğüm anda onu elimle sıktım. Suyu yeterince süzüldükten sonra yere çömeldim ve kusmuğu temizlemeye başladım. Bir elimle burnumu tutuyor diğer elimle kusmuğu temizlemek için ileri geri hareketler yapıyordum. Sanırım kendi pisliğinde boğulmak böyle oluyordu. Temizledikten sonra gömleğimi tekrar musluğun altına bırakıp akan su ile onun temizlenmesini izledim. Kusmuk parçaları yapıştıkları yerden yavaş yavaş ayrılıyor evyenin su borusundan bilinmez bir yere doğru gidiyorlardı. Gömleğim artık benim olmaktan çıkmış giyinilecek bir tarafı kalmamıştı. Artık bir toz bezi olarak devam edecekti hayatına. Tek kıyafetim kalmıştı. Pantolonum.

            Kapının yanında hediyesini bekleyen çocuklar gibi bekliyordum. Nerede kaldı bu nerede kaldı nerede nerede nerede diye içimden geçiriyordum. Bir yandan da ellerimin arasına aldığım yüzümü inceliyor yanaklarımı çekip duruyordum. Sertçe iki tokat attım kendime. Tahminimce soluk tenimde parmaklarımın izleri hafif pembemsi şekilde kızardı. Birden ağır ağır yükselen ayak seslerini duydum. İşte geliyor mekanikleşen el geliyor diye kendimin bile zor duyduğu biçimde fısıldadım. Kulağımı kapıya yaklaştırdım. Sesler çığ gibi büyüyordu. İşte geldi. Kilit tıkırdadı. Metal çerçeve açıldı. Boş tepsiyi uzattım. Dolu tepsi içeri girdi. Metal çerçeve kapandı. Çerçeve kapanır kapanmaz kapıyı yedi defa tıklattım. Ağır ağır sesler uzaklaştı ve kesildi. Acaba mesajımı almamış mıydı? Duymadı mı acaba? Yedi kere dedin. Yedi kere kapıya tıklattım işte. Sekiz defa yapmadım yemin ederim yedi kere yaptım. Allahın belası mekanikleşen el aptal herif nereye gittin. Kapıyı tekmelemeye başladım. ‘’Ali Muhsin neredesin laaaannnnn’’ diye bağırdım. Yemek tepsisini yerden alıp pencereye doğru fırlattım. Yemekler duvardan yatağın üstüne doğru akıyordu. Ellerimle kulaklarımı tıkadım. Dört duvar içinde deli gibi koşmaya başladım. Bir pencere kenarına bir duvar kenarına koştum. Kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Alnımdan akan terler iç çamaşırıma doğru düşüyordu. Birden ayağımın altında metal tepsiyi hissettim. Metal tepsi ayağımın altından kaydı ve kafamı sert zemine çarptım. Düşmenin etkisi ile sırtımda ve boynumda şiddetli bir ağrı belirdi. Kalkamıyordum. Gözlerimi kapatıp ölümü bekledim.

            Güneş ışınlarının yüzümü ısıtmasıyla uyandım. Düştüğüm yerde kurumuş kan lekesi vardı. Elimle başımı yokladım. Saçlarımın arasında kurumuş kan olduğunu fark ettim. Telaşla tüm vücudumu yokladım. Biraz başım ağrıyordu. Onun dışında bir şeyim yoktu. Gözlerimi yerden kaldırdım. Pencereye doğru baktım. Her şey yerli yerindeyi. Sonra kapı kilidinin tekrar açıldığını duydum. Her şey bir an da olmuştu. Metal çerçeve açıldı. İçeri el bombası büyüklüğünde bir kâğıt parçası yuvarlanarak girdi. Sonra metal kapı açıldı. Kapı açılırken ayağa kalktım. Mekanikleşen el’i görmek istedim ama yapamadım. Kâğıdı düştüğü yerden alıp açtım.  Merhaba dostum artık özgürsün. Gidebilirsin. Kendi ağabeyinin başında nöbet tutmak onun acılarına şahit olmak ne kadar zor bilemezsin. Evet. Abimin adı Ali Muhsin. Yaklaşık bir yıl dört ay önce öldü. Abim çok müşkül bir adamdı. Çok düşünür, çok okurdu. Hiçbir şeyden tam anlamıyla mutlu olmazdı. Abimin notlarını okuduğunu biliyorum. Abim asla yazdığı notlardaki gibi bir adam olamadı. Kendisini öyle zannediyordu. Yaşamı boyunca hep dikenli yolların dikeni oldu. En son yaşadığı hastalık sonucu kendisini bir sahaf zannediyordu. Sonunda kendisini buraya kapatma kararı aldık. İlk günler sakin geçen geceleri vardı. Sonraları ise durup durup okuduğu kitaplardan attığı tiradlar, okuduğu şiirler, yavaş yavaş kendisi ile konuşmalara doğru devam etti. Her gece adını ilk kez duyduğum kadınlarla konuşuyor, onlara aşk cümleleri kuruyordu. Sonraki gecelerde sessizliğe büründü. Sonraki geceler yara almış bir hayvan gibi inlemeye başladı. Gitme, gitme diye bağırdı. Ondan sonra her gece attığı çığlıklar, bağırmaları, eşinin adını sayıklamaları, çocuklarına ettiği küfürler, pişmanlıkları kafasının içinde olan bizim duymadığımız kavgalar sonucu bu gördüğün duvarlara kafasını vura vura kafatasını kırdı ve vefat etti.
           
            Okuduklarım karşısında şaşkınlıktan yutkunamadım. Kâğıdı yere bıraktım. Adım atamayacak kadar bitkindim. Her şey bitmişti. Ürkek adımlarla kapıya doğru yürüdüm. Bir deli tarafından bu kadar zaman idare edilmiştim. Üstelik bu deli en zor zamanlarımda beni kurtaran Ali Muhsin’di. Onun hayal dünyasına inanıp içine girmiştim. Anahtarı ise ondaydı.



Yorumlar