Maskot


Annemin ölmesinin üzerinden üç ay geçmişti. Anlattığına göre babam inşaat işçisiymiş. Ben daha emekler iken onun vefat haberi gelmiş. Babam üç tane tuğlayı kafasında taşıyıp dümdüz bir çizgi üzerinde yürüyebilecek kadar ustaymış bu işte. Bir seksen boylarında; zeytuni gözleri, simsiyah saçları, belirgin elmacık kemikleri ve daima gülen bir yüze sahip olan babam oldukça güçlü bir adammış. Beni kucağına alıp, annemi de belinden kavrayıp sarılırmış. Yıllarca hatıralarını dinlediğim babam sadece hayalleriyle ve bir iki fotoğrafıyla yaşamıştı yüreğimde.
Bir gün annem sofrayı kurmuş babamı beklerken, ocakta köpük köpük kaynayan tarhana çorbası attığım top ile yere devrilip tezgâhı ve halıları mahvetmiş. Annem onları temizlemekle uğraşırken, bir yandan ziyan olan yemeğin derdine düşmüş bir yandan da eve gelecek olan babama ne hazırlayacağını düşünürken, zamanın nasıl geçtiğini anlamamış ve babamın çoktan evde olması gerektiğini fark etmiş. Bir telaşla ulaşmaya çalışsa da başarılı olamamış. Ölüm haberi gecenin geç vakitlerinde uykulu gözleriyle, yorgun düşmüş bedenine kara bir tohum gibi yerleşmiş. Telaşla içini kemiren bu acı annemin çığlıklarla kendisini sokakta bulmasına sebep olmuş. Bense sokağın ortasına oturmuş ağıt yakan annemin, kahverengi küçük çiçek desenli eteğine yapışmış vaziyette eşlik ettiğimi anımsıyorum. Çocuk aklımla olan bitene anlam veremiyor, annemin beni sıkıca sarıp sarmaladığını hatırlıyorum. Söylenene göre babam inşaatın dördüncü katından düşmüş. Vefatından sonra annem yaşadığımız yerde daha fazla duramamış ve buraya taşınmış. Yanında sadece bir bavul bir miktar para ve birkaç fotoğraf varmış. Annem yıllarca yüreğinde filizlenen acıyla beni büyütmeye çalışmış.
 İstanbul büyük şehirdi. Bilinmeyen bir denklem gibi zor bir şehir. Annem ilk yıllarda fazlaca zorlukla karşı karşıya kalsa da babamın biriktirdiği para ile bir müddet kıt kanaat geçinmiştik. Önce şu an bulunduğumuz bu harabe evi almış, sonra da işe başlamıştı. Ben ise artık büyümüştüm ve masraflarım artıyordu. Okula gidecek çağa geldiğimde anneme ilk defa yıllar sonra babamı sormuştum. Neden bilmiyorum, sanki o zamana kadar oyun oynamaktan babamı sormak aklıma gelmemişti. Annem bu konuyu çok konuşmayı sevmezdi. Her sorduğumda yüreğindeki acı yeniden canlanır, yüzüne yansırdı. Annem sabunlu ellerini mutfakta bulunan musluğa yaslayıp önündeki bulaşıklardan kafasını bana doğru çevirdi. “Çağlar, baban iyi bir insandı oğlum. Yıllarca bizim için çalışıp bizim için didindi. Bak biz yaşayabiliyorsak onun sayesinde yaşıyoruz. Allah mekânını cennet eylesin” dedi. “İyi” ne demek diye düşündüm. Babam iyiymiş. Çocuk aklımla evin içinde iyi, iyi, iyi diye koşarak bu kelimeyi tekrarladım durdum. Babamla ilgili öğrendiğim ilk şey babamın “iyi” olduğuydu. Anneme her babam deyişimde annemi bir gariplik sarıyor, yüzü gülümseme ile ağlamak arasında tereddüt ediyordu. Sanki bedeni hasta gibi bembeyaz kesiliyor, dudakları anlamsızca kıvrılıyordu. Kısa küt saçlarını, küçük kahverengi gözlerini sağa sola savuşturuyordu. Damarlı ve beyaz ellerinin görmediği dert, zulüm kalmamıştı. Zaman geçtikçe daha olgun bir erkek olmuştum, annem ise rüzgârla durmadan sağa sola savrulmuş ama kökleri sağlam olan bir çiçek gibi duruyordu. Elleri incelmiş, damarları daha da belirginleşmişti. Yanaklarımı okşadığında avuç içlerinin hala aynı sıcaklıkta olduğu aşikârdı. Küçük gözlerinin parıltısı değişmemişti ama kirpiklerinin sayısının azaldığı bariz belli oluyordu.
Annem çalıştığı taşlama atölyesinden emekli olmuştu. Ben ise bir mağazada yarı zamanlı bir iş bulmuş ve üniversiteyi kazanmıştım. Sabahın erken saatlerinde okula gidiyor öğleden sonra da okuldan çıkıp işe gidiyordum. Akşam ise bitkin bedenimi, binlerce kez yumruk yemiş kum torbası gibi yatağa bırakıyordum. Kalan boş günlerimde ise derslerime odaklanmaya çalışıyordum. Annem iyice zayıflamış eskisi kadar rahat hareket edemiyordu. Hafif hafif öksürüyor, sesinde bozulmalar başlıyordu. Eve her geldiğimde yaşadıklarımı anlatıyor, annemden bir tepki bekliyordum. Fakat annemin gözlerindeki parıltı kaybolmuş, her cümlemi boş bir tabut gibi sessizce ya da kafasını aşağı yukarı eğerek karşılıyordu.
Gecenin sessizliği annemin çığlıkları ile bozulmuştu. Odasına doğru koştum, kapı açıktı ama annem yoktu. Banyodan gelen sesleri yankıyla daha da artmıştı. Kapıyı alelacele açtım. Annem lavaboya doğru eğilmiş kan kusuyordu. Lavabo kan içindeydi, ellerinden kan damlıyordu. Kanlı elleriyle git dercesine yol gösteriyordu. Annemi o halde görünce buz kestim. Musluktan akan su ile karışan kan, kırmızımsı bir girdap gibi delikten aşağı akıp kayboluyordu. Annem kan kustukça çığlıkları yerini daha küçük mırıltılara bıraktı. Derin derin nefes alıyor, kanlı ellerine bakıyordu. Ürkek adımlarla yanına yaklaştım. Musluktan akan suyla annemin ağzını, yüzünü, ellerini usul usul temizledim. Bu biraz kendisine gelmesini sağladı. Küçük suratını ellerimin arasına aldım. Annem teşekkür eder gibi gülümsedi. Gözleri yaşlı, yüzü buz gibiydi ama sımsıcak gülümsüyordu. Buna anlam verememiştim. Hemen ambulansı aradım. O geceyi hastanede geçirdik. Zaman geçmek bilmiyordu. Annemin bulunduğu odaya doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar girip çıkıyor, bir koşuşturmaca çemberinin ortasında kalmış, ağlamamak için dudaklarımı kemiriyordum. Kah koridorda mahkumlar gibi volta atıyor, kah duvar dibinde başımı dizlerime dayayıp dakikalarca öyle duruyor, kah açılıp kapanan kapıların arkasından annemi görmeye çalışıyordum. Kimse bir şey söylemiyordu. Sabaha karşı annemin yüreğine düşen kara tohum benim yüreğime düştü. Annemin ölüm haberi geldi. Kendimi yerden yere atmam, çığlıklarım, yumrukladığım duvarlar, beni sakinleştirmeye çalışanlar, hastaneyi birbirine katmam hepsi ama hepsi bütünüyle anlamsızdı. Faydası yoktu. Üç görevli beni tutuyor. Ben ise delirmiş gibi oradan oraya savuruyordum çaresiz bedenimi. Bir hemşire koluma zorla iğne yaptı. Bedenim biraz sakinleşmişti fakat zihnimde cehennemi yaşıyordum. Beni boş bir odadaki sedyeye yatırıp kapıyı üstüme kapadılar. Hareket edemeyecek kadar güçsüzdüm. Onca zorluğa göğüs geren bedenimin, bu örtüsü kanlı sedyeden kalkmaya gücü yoktu. Gözlerim tavanda olan bitenin bir hayal, bir rüya olduğunu düşlüyordum. Neden her yer bembeyaz? Bu oda neden beyaz? Ben niye bütün duvarları beyaz bir odada, bu sedyede yatıyorum? Annem! Annem öldü ya benim! Çığlıklar yerini bağırmaya, bağırtı yerini, hıçkırıklar ve gözyaşlarıyla karışmış yalvarmalara bıraktığında bir hemşire gelip iki iğne daha yaptı. Her nasıl olduysa uyumuşum. Öğlene doğru uyandım. Ama annem hala uyuyordu. O son gülümsemesini şimdi anlamıştım. Ağlamaktan başka ne yapabilirdim. Annem yoktu artık. Çaresizdim. Kimim kimsem kalmamıştı. Tek dayanağım olan annem de babamdan sonra artık sadece hatıraydı. Ama kanlı elleri, soğuk yüzü ve gözü yaşlı küçük gözleri ile o son gülümsemesi her gece aklıma geliyor, soğuk soğuk terliyordum. Uyumak demek bile annemi hatırlamakla eş değerdi. Elime verilen ölüm raporu, defin işlemleri, taziyeler, uyku, uyanıklık, gözlerimde bitmek bilmeyen yaşlar, güçsüz bedenim, sonu gelmeyen boşluk duygusu. Çok sonra annemin ölüm kâğıdı geldi aklıma. Kelimesi kelimesine okudum teselli umarcasına. Sol üst köşede annemi öldüren hastalığın adı yazılıydı: Silikozis.

       Annem öldükten sonraki ilk bir ay kâbus gibiydi. Savrulmuş bir vaziyetteydim. Sabahları uyanamıyor, uyandığımda ise okula geç kalıyor, dersleri anlayamıyordum. İşe gittiğimde ise etrafa boş boş bakıp duruyordum. Gözkapaklarım uyumam için baskı yapıyor, bedenimde durmadan bir uyuşukluk hali beliriyordu. Her gece penceremin kenarında oturduğum ahşap sandalyemin üstünde sokaktan geçenleri izliyordum. Sigaraya başlamıştım. Her içime çektiğimde acımı da dumanıyla üflüyordum dünyaya. Sigara alacak param yoktu. Çevremdekilerin verdiği sigaraları tüketiyor, çoğu zaman mide bulantısı ile uyanıyordum. Bir sabah daha gün yeni doğarken zilin çaldığını sandım. Kapıya yöneldim. Anahtarı çevirip kapıyı açtım. Daha önce karşılaşmadığım gerçeklerle yüz yüze geldim. Hayatımı idame etmemi sağlayacak şeyler, yani annemin ölümünden sonra gelen, ilk kez karşılaştığım faturalarım kapının önünde beni bekliyordu. Artık ağlamıyordum. Ağlayacak durumum yoktu. Aksine ağlanılacak haldeydim. Yine de yaşamam gerekliydi. Faturaları elime aldım. İlki su faturasıydı. Beyaz zemin üstünde işgüzarlık yapar gibi, suyu andırsın diye açık mavi puntolarla yazılmış bölüm bölüm borcumun neye ne kadar olduğunu belirtiliyordu. Büyük harflerle fatura yazmayı da ihmal etmemişlerdi. Tarihler, sayaç bilgileri, onun su bedeli, şunun vergisi derken kullandığım su otuz yedi lira yirmi bir kuruşken toplam bedel kırk sekiz lira on dört kuruştu. Faturanın sonunda hâkimiyet milletindir yazıyordu. Kızgınlıkla buruşturup fırlattım. Arkasından gelen elektrik faturasını aldım. Onun bedeli, şunun bedeli, Trt payı, enerji fonu derken okumaya üşendim. “Hay amına koyayım borcum ne, borcum?” diye bağırdım. Akabinde fatura sonuna gözlerimi kaydırdığımda, borcunuz elli dört lira seksen kuruş yazıyordu. Onu da küfürler ederek yırttım. Son olarak doğalgaz faturası kalmıştı. Ümitliydim. Isıtmadığı için cebimi de üşütmezdi. Her gece soğuk odalarda yorgan, battaniye altlarında uyuduğum için doğal gaza ihtiyaç duymuyordum. Onda da yirmi beş lira altmış beş kuruş yazıyordu. İlk fatura deneyimimde beni üzmeyerek birinci sıraya yerleşmişti. Ona sempati bile duymuştum o an. Cebimden telefonumu çıkarıp, bir hesaplama yaparak toplama ulaştım. Yüz yirmi sekiz lira elli dokuz kuruş. Çok güzel! Kapıyı kapatıp mutfağa yöneldim. Buzdolabının kapağını açtım yiyecek bir şey kalmamıştı, yumurta bölümünde duran yarısının içini yemiş olduğum yarım limondan başka. Cebimi yokladım. Yirmi iki lira vardı. Maaşa beş gün vardı. Odama yöneldim. Yerde duran siyah ekoseli gömleğimi aldım onun cebinden de buruşuk, yıpranmış bir beş lira çıktı. Artık bir karar verme zamanım gelmişti. Ya yaşamak için çalışacaktım ya da okulu bırakacaktım. Annemin babamla ilgili söylediği ilk söz aklıma geldi. “Baban iyi bir insandı.” Ama anne iyi olunca ölüyordu insan. Ben kötü olamazdım. Beni büyütmek için ölen aileme kötü biri olduğumu cennette nasıl açıklayabilirdim. Ölmeliydim, öldürmeliydim ruhumu, gözlerimdeki parıltıyı öldürmeliydim. “İyi” olmak için bunun gerektirdiğini yaptım. Okulu bıraktım. Çalıştığım yere gidip tam zamanlı çalışmak istediğimi söyledim. Durumumu bildikleri için kabul ettiler. Artık sadece işe gidip gelen, fatura ödeyen, hayal kurmaya cesaret edemeyen bir ceset olarak yaşamımı sürdürecektim.  Zevk almıyordum yaşamaktan,  her gece yatağa yatıp, o hastane odasındaki gibi gözlerimi tavana dikip doğal yollarla ölmeyi bekliyordum. Ama ölemiyordum. Böyle bir cesaretim yoktu. Bir gece yine pencereden dışarı bakarken oturduğum sandalyenin bir ayağı dışarı doğru kaydı ve kırıldı. Yere sert bir şekilde düştüm. Başımı pencere altındaki rutubetten simsiyah olmuş duvara vurdum. Ellerimle başımı ovalarken, düştüğüm yerden doğruldum. Odanın etrafına baktım. Yer yer görülen toz öbekleri, kırık cam parçaları, pizza kutuları, sigara izmaritleri, kirli eşyalar, bir taraftan kitaplar ve gri renge dönmüş yatak örtüsünü fark ettim. Ayağa kalktım. Camı açtım. Yatağa attım kendimi. Ağlamaya başladım. Hıçkıra hıçkıra ne kadar ağladığımı hatırlamıyorum. Okuduğum onca kitaptan sadece zorlu hayat hikâyeleri gözümün önüne geldi. Hepsi hikâyeydi. Cefa çekenler hikâyelerin sonunda başarılı oluyordu. Ama başarı neydi? Para mı başarıydı yoksa şöhret mi? Yoksa sevdiğin insanların yanında olması mı? Neydi başarı? Ben baştan kaybetmiştim. Kayıplar üzerine kuruluydu sanki hayatım. Başarı olanağım yoktu. Rutinleşmiş hayatım tıkır tıkır işliyordu. Bana verilen rolü oynayıp duruyordum. Sabahları evde yiyecek bir şey bulamadığımdan bakkaldan aldığım tost ile kahvaltımı yapıyordum. Durmadan iş ile ev arasında gidip geliyordum. Sosyal hiçbir yaşantım yoktu. Bir gün iş yerimdeki müdür yanıma geldi. Kısa boylu, beyaza dönmüş kır saçları ve kendisine bir beden büyük takım elbisesi ile bana yalandan gülümseyerek “Kolay gelsin Çağlar.” dedi. “Sağ olun Ali Bey.” deyip kısa keserek bu yalan sohbetin son bulacağını umuyordum. Önümde durdu. Gözlerimin içine baktı. “Artık seni tam zamanlı bir çalışan olarak çalıştırdığımıza göre…” diyerek devam eden cümlesinin arkasından neler geleceğini tahmin edebiliyordum. O konuştukça kulağımda yankılanıyordu sesi. ‘’Çünkü yaşam şartları, ülke durumu bunu gerektiriyordu.’’ Cümlenin sonunu getirmişti. “İşte Çağlarcığım durumlar böyle devam ediyor, yarın gelecek kostümleri sırasıyla her gün giyeceksin” diye tamamladı. Gözlerim açılmış boş boş bakıyordum. Yankılanan ses normale dönmüştü. Ama ben hiçbir şey anlamamıştım. Kısık bir sesle “Ne kostümü?” diyebildim. Gülümsedi. Dişinde kalan maydanoz parçasını gördüm. İğrendim. “İşte maskot gibi.” dedi ve devam etti “Bir gün tavşan, bir gün kedi, bir gün ördek, bir gün köpek olacaksın.’’dedi. “Köpek mi olacağım" diye tekrarladım dudaklarımın arasından dökülen bir sesle.  “Anlamadım ne dedin?” diye sordu. “Yok bir şey müdürüm” diye yanıtladım. “Tamam, o zaman yarın gelir kostümler, birlikte bakarız” diye benimle alay eder gibi sırtımı sıvazlarken “Hassiktir! Ne diyor bu adam, neyi kabul ettim ben şimdi. Artık bu kadarı da fazla, kendini ne sanıyor bu adam, tek yumrukta onu yere sersem, kimsenin yapamadığını yapsam, dersini verip buradan çekip gitsem ” diye öfke dolu düşünceler zinciri geçti aklımdan. Öfkem ona mıydı, kendime miydi, düzene miydi anlayamıyordum.
Gece eve gelince kırık sandalyemle ilgilendim. Kırık ayağı dört çiviyle sağlı sollu çakarak yerine oturttum. Sese gelen komşu ne olduğunu merak etmiş. Elinde bir tas çorbası ile kapıyı çaldı. Sandalyeyi gösterip minnetle çorbayı aldım. Ev yemeği yemeyeli uzun zaman oldu. Keyiflendim. Televizyonu açtım. Sandalyemin üstüne oturdum. Televizyonda çocukluğumun büyük yıldızı Ronaldinho’nun çalımlarının olduğu bir resital başlamıştı. Ronaldinho adeta hayata çalım atıyordu. Bense üst komşunun getirdiği çorbayı içerken çalımların güzelliğini seyrediyordum. Artık ne annem ne de babam hiç kimse aklıma gelmiyordu. Yaşama tutunmaya çalışmaktan, yalnızlıktan, hep yorgun olmaktan kimseyi düşünemiyordum. Uyuyakalmışım. Sabah televizyonun sesi ile uyandım. Masadan kafamı kaldırdım.  Önümde duran pencerenin kolunu kaldırıp, pencereyi araladım. Yüzüme doğru esen rüzgâr beni aşıp içeri girdi. Sersemlemiştim. Tek düze hayatımın gereklerini yerine getirdim. Yüzümü yıkadım, tuvalete girdim, bir bardak su içtim. Atletimi banyoya fırlattım. Odama yöneldim. Temiz atlet kalmadığı için dolabımdaki giyilebilecek tek kıyafet olan buz mavisi gömleğimi sırtıma geçirdim. Üstüme de sarı renkli eski ceketimi giydim. Bugün tost yemeyecektim. Dünden kalan ekmek parçası ile kalan çorbanın dibini sıyırdım. Tek hamlede ağzıma attım. Bugün köpekliğimin ilk günüydü. Çünkü köpekler aç ve bitap halde sokakta yaşarlardı. Bunları belgesellerden değil ancak yaşamın ta kendisinden öğrenmek mümkündü. En azından mahallede bulunan köpekler böyleydi. Evden çıktım. Sokak köpekleri beni görünce selamlar gibi havlamaya başladılar. Elimle selam verip yola devam ettim. Nihayet mağazaya gelmiştim. Sokağın soğukluğu mağazaya girdiğim an kesildi. Ali Bey beni bekliyor gibi kapıda karşıladı. Yanında takım elbiseli, kravatlı üç kişi daha vardı. Sonradan öğrendim ki bunlar esas patronlarmış. Ali Bey beni sırtımdan sıvazlayarak yanlarına sürükledi. Üst yönetimden gelen bu insanlara beni takdim etti. Elimi sıktılar. Yüzlerinde sinsi bir gülümseme ile beni süzdüler. Ali Bey koliyi göstererek “Bak kostümler geldi.” dedi. Ben istemsiz bir şekilde oraya yöneldim. Arkamı döndüm. Pis pis gülüşüyorlardı. Sonra gittiler. Ben kolileri açtım. İlkinin içinden tavşan kostümü çıktı. İçindeki broşürü okumaya başladım. Şöyle yazıyordu. Başlık kafanın tamamını kapatan maskot başlığı şeklindedir. Dışarıyı görmeyi sağlayan göz delikleri vardır. Yüzünüzün tamamının görünmesini isterseniz ürünün yüz kısmını kafaya doğru kaldırın. Başlık kafada iken yüzünüz görünecek. İsteğe bağlı olarak yüzünüzü ya da ürünün yüzünü gösterin. Bu sevindirici bir haberdi. Nefes alacağımız delikler mevcuttu. Ali Bey geldi “Nasıl beğendin mi?” diye sordu. Memnun bir tavırla gülümseyerek “Evet” dedim. Benim asıl aradığım köpek kostümüydü. Üçüncü kolinin içinde ona ulaştım. Elime aldım. Omuzlarından tutarak göz hizama getirdim. Açık kahverengi kocaman bedeni, avuç içleri ve parmak uçları koyu kahverengi, pembe bir ağzı, büyük siyah burnu ile kostümüm ellerimdeydi. Ali Bey’e döndüm. “Ee ne olacak şimdi?” dedim. Ali bey kostüme baktı. “Sen bunu çok sevdin ilk bununla başlayalım.” dedi. “Olur.” diye yanıtladım. ‘’Şimdi bunu giy, mağaza önüne çık ve çocukları buraya çek, gelen çocuklarla ilgilen ve ailelerin içeri girmesini sağla.’’dedi. Anlamıştım. Ne kadar çok çocuk o kadar para demekti. Kabinlerin birinde kostümü giydim. Sistemin muazzam işleyen çarkı beni bekliyordu. Kendimi tuhaf hissetmiştim. Aynanın karşısına geçtim. Kendimi süzdüm. Sanki ben, aslında olan ben değildim. Sokağa ilk adımımı attım. Sokağın soğuğu açık olan deliklerden vücuduma ulaşıyordu. Arkadan çalan müziğe eşlik etmem için Ali Bey içeriden “hadi hadi” diyerek elleriyle alkış yapıyordu. Çaresizce bu duruma ayak uydurdum. Saçma sapan el kol hareketleriyle bir sağa bir sola kafamı sallıyordum. Sonuç itibari ile benim ben olduğumu, beni tanıyanlar dışında kimse bilmiyordu. Gelen çocuklarla ilgileniyor, onlara sarılıyordum. Böylece önce günler sonra da haftalar geçti. Mağazanın artan cirosu karşısında benim ise kendi içimde azalan bir gururum vardı. Yine bir gün maskotluk yaparken birden durdum. Annem benim üniversiteyi bitirmemi isterdi diye düşünmeye başladım. İçinde bulunduğum durum karşısında çaresizdim. İnsanlar benim bu kıyafet içinde ne acılar çektiğimi asla bilemeyecekler diye düşündüm. Aklıma annemin o son gülen yüzü ve fotoğraflarıyla, anılarıyla bana örnek olmuş babam geldi. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başladı. Kulağımda çınlayan o saçma müzik yerini annemin sesine bıraktı. Benimle konuşur gibiydi. Birden yavaş yavaş sessizleşti. Hiçbir şey duymamaya başladım. Onlar şu durumda oğullarını görseler ne derlerdi diye düşündüm. Yüzümde gülen suratlı maskot başlığım, onun altında ise gözyaşlarını tutamayarak müziğe karışan hıçkırıklarıyla, gözyaşlarıyla ve acısıyla öylece duran ben vardım.

Yorumlar