Sabaha
karşı köpeklerin havlaması karanlığın sessizliğini bozuyordu. Köylerde uyuyan
insanları uyandıran horozların işini büyük şehirlerde köpekler yapıyordu. Yağ
tenekesindeki ateş sönmüş, burnuma is kokusu geliyordu. Büyük tepenin soğuğu
bambaşkaydı. Öksürerek uyandım. İçinde bulunduğum haral hem su, hem de rüzgâr
geçirmiyordu. Ama geceleri epey soğuk olan bu tepede beni haral bile
koruyamazdı. Belli bir ismim ya da ismimiz yoktu. Bazen çöpçüydük, bazen
toplayıcıydık, bazen kâğıtçı, bazen çekçekçi, bazen de yanına yaklaşılmayandık.
Dediklerine göre etrafa pis kokular ve korkular saçıyorduk. Ben kendime geri
dönüşüm uzmanı diyordum. Bu devirde nasıl olsa herkesin bir uzmanlık alanı
vardı. Yaşamın gerektirdiği gibi yaşamaya çalışıyorduk. Ama asla kimseyi
incitmiyor, kimseden bir şey çalmıyorduk. Gençken yaptığım hatalardan ders
almıştım. Fabrikanın çalan sirenleri uykumu iyice kaçırdı. Sirene
havlamalarıyla eşlik eden köpekler güne insanlardan önce başlıyor, kısmetlerini
önümdeki büyük şehir çöplüğünden arıyorlardı. Her yerim soğuktan kaskatı
kesilmişti. Önce dayıya uğrayıp sıcak bir çorba içme niyetindeydim. Üşüyen
ellerimi birbirine sürterek ısınmaya çalıştım. Olmadı. Arabanın buz kesmiş
destek noktalarından tuttum ve sırtımı arabaya yasladım. Biraz ilerledikten
sonra yokuşun başına geldim. Arabadan destek alarak ayaklarımı kaldırdım ve yokuş
aşağı doğru kayarak indim. O sırada yüzüme çarpan rüzgâr ve attığım sevinç
çığlıkları sanki küçük çocukların heyecanlı oyunlarına benziyordu. En keyif
aldığım anlardan biriydi. Sokaklar boş iken bize sert ve kirli gözlerle
bakanlar da olmuyordu. İyi insan olmak zor ve sınırlı sayıda iyi insanın
olduğunu bilmek daha da zordu. Sokak lambaları henüz kapanmamış, gün daha
aydınlanmamıştı. Sokağın sonunda bulunan Dayının yerine geldim. Adı da böyleydi
zaten. ’’Dayının yeri’’. Sabahın soğuğu içime işlemişti. Kapıyı açtım. Kapının
üstünde duran zil çınladı. Dayı tezgâhın arkasından içeri kimin girdiğine
baktı. Kapıyı açmamla birlikte içerden yüzüme vuran sıcak çorba ve baharat kokusu
her nefes alışımda beni benden alıyordu. Taze nane kokusunun dükkânın içinde
dolaşması insana bir huzur veriyor, sakinleştiriyordu. ‘’Selamın aleyküm dayı’’
dedim. Dayının yüzündeki çizgiler sayılabilecek kadar belirgin, yaşını almış,
ellerinin belli noktaları nasırlı, yüzüne daima hoşnutsuz bir ifade takınan, asker
alışkanlığı olsa gerek her sabah sinekkaydı tıraşını olan bir adamdı. Bana
ismimle hitap eden nadir insanlardan biriydi. Dayının çorba buharından yüzünde oluşan
terler yere damlarken ‘’Aleyküm selam Rıfat efendi’’dedi. Efendi kimdi
efendiliğin yanında benden efendi olmazdı. Boynuna astığı beyaz fakat yer yer
yağ lekeleri ile sararmış havlu ile yüzünü sildi. O sırada sabah ezanı okunmaya
başladı. Sokak köpekleri de aynı zaman da tekrar havlamaya başladılar. Ezanın başlamasıyla
dayı karıştırdığı çorbanın başından ayrıldı. Tezgâhın arka tarafında uyuduğu
küçük bir oda vardı, oraya geçti. Bende dükkânın içinde asılı duran aile
fotoğraflarına bakmaya başladım. Ezan bitti. Kapı aralığından gördüğüm kadarı
ile Dayı sabah namazını kılmaya başladı. Dayı hakkında çok az bilgi edindiğim ilginç
bir adamdı. Bu küçük dükkânda yaşıyor, her sabah çorba satarak geçimini
sağlıyordu. İçine kapanık bir adamdı. Bildiğim kadarı ile kimi kimsesi de
yoktu. Bir keresinde zorlayınca anlatmak mecburiyetinde kaldı. Mardin’den Diyarbakır’a
akrabalarının yanına giderken geçirdikleri bir trafik kazasında tüm ailesini
kaybetmiş. Kendiside bu kazadan sol elinin iki parmağını kaybederek kurtulmuş.
Sekiz sene önce de İstanbul’a gelmiş elinde avucunda ne varsa satmış, bu küçük
dükkânı satın almıştı. Bu küçük dükkân çorba ve baharat kokuları ile dolu,
fakat oldukça eski ve bakımsızdı. Çok müşterisi yoktu. Benim gibiler yani
düşmüşler burada karınlarını doyururdu. Masalardan birine oturdum. Dükkânda üç
masa bulunuyordu. Benim oturduğum masanın üstüne birisi çakı ile kazıyarak‘’Seni
seviyorum Aylin’’ yazmıştı. Aylin muhtemelen zengin birinin kızıydı. Aylin’in
bu izbe dükkâna gelip yazıyı görme şansı yok denecek kadar küçük bir ihtimaldi.
Hayatın bu ücra köşelerinde, belirgin olmayan yaşantılarında, hep göz ardı
edilmiş yerlerinde bile aşk vardı. Aşk bir sürü imkânsızlığın bir araya gelip
birleşmesinden doğan ihtimallerden biriydi. Hatta hoşnutsuz suratı ile bu
masayı silmek için gelip, bu yazıyı her gördüğünde küfür eden dayının bakışlarında
bile aşk vardı. Ben dalgın dalgın otururken dayı namazını bitirmiş tezgâhın
arkasına geçmişti. Dolaptan çıkardığı metal kâseye çorba doldurdu. Yanına bir
dilim limon ve bir kaşık koydu. Ekmek sepeti ve çorba ile yanıma geldi. Tabağı
ve sepeti masaya bıraktı. ‘’Sağ olasın dayı’’ dedim. Yüzüme aynı hoşnutsuz
tavırla baktı ve tezgâhına döndü. Dibi tutmasın diye çorbayı karıştırmaya
başladı. Önümdeki baharatlıktan bir tutam kekik aldım önce kokusunu içime
çektim sonra kâseye bıraktım. Sabahın ilk çorbası sıcak sıcak boğazımı yakarak mideme
doğru indi. İçim ısınmıştı. Çorbayı hızlı hızlı içip bitirdim, kalan ekmek
parçasıyla dibini bir güzel sıyırıp son lokmayı ağzıma attım. Ceplerimden
çıkarttığım bozuklukları saymaya başladım. Dayı arayış içerisinde olduğumu
görünce tencereden kafasını kaldırıp ‘’ olur olur ‘’ dedi. Masaya üç lira
bıraktım. ‘’Eyvallah dayı’’ diyerek vedalaştım. Kapı açılınca tekrar zil
çınladı. Sokağın soğuğu yüzüme vurdu. Güneş doğmuş yavaş yavaş insanlar
sokaklara dökülmeye başlamıştı. Arabamın yanına gittim. Montumu çıkardım.
Arabama astım. Montuma kıyasla daha rahat edebileceğim yeleğimi sırtıma
geçirdim. Bazen bulduğum kâğıt parçalarını okuyordum. Dünyanın anlamsızlığından
bahseden yazılar, işçi hakları, katliamlar, etnik ayrışmalar, siyasi atışmalar,
zamlar, vergiler ve isyanlar dünyanın çivisi çıkmıştı. Ben ise her Allah’ın günü
bu arabayı sırtıma yükleyip sokak sokak kilometrelerce geziyordum. Neden? Çünkü
haral dolmazsa açtım, açıktaydım. Sırtıma yüklediğim bu boş arabanın bir değeri
yoktu. Benim bir değerim yoktu. İçi boş olan hiçbir şeyin değeri yoktu. Küçümser
bakışlardan uzak olmak istiyordum. Çünkü insanlar hor görme sanatını icra eden
bir nesil doğurdular. O nesil büyüdü. Bizleri tırabzanların dışına itti.
Aldırış etmiyordum. Amacım haralı doldurmak ve karnımı doyurmaktı. Arabamın
içinden eldivenlerimi alıp ellerime geçirdim. Hazırdım. Ayakkabılarıma baktım.
İki sene önce arabamla yokuştan inerken renkli binaların arasında duran, beyaz
bir binanın camından çöpe fırlatılan beyaz ayakkabılar artık yırtılmış ve simsiyahtı.
O yokuştan inerken gülümsediğimi hatırlarım. Hala yokuşları inerken gülerim. Yazın
haralın içinde, kar ve yağmur yağdığında ise günlüğü yedi lira olan yersiz,
yurtsuz, ipsiz, sapsız, hırlısı, hırsızı kim varsa görüp görebileceğim bütün
uğursuz kişilerin kaldığı hanlarda kalıyordum. Bu işe mecburiyetten dört sene
önce başlamıştım. İlk arabayı ellerimle kavradığımda kendimden utanmış,
sokaklarda bana bakan kirli gözlerin altında ezilmiştim. Çöp tenekelerini her açtığımda
burnuma gelen koku midemi bulandırıyor, durmadan kusuyordum. Babamın yaptırdığı
gecekondu yedi şiddetindeki depremde yıkılınca ben ve kız kardeşim Suna dışında
ailemden kimse kalmamıştı. Yalnızlık beni Balıkesir’den İstanbul’a getirmişti. Kardeşim
çok küçük olduğundan çocuk esirgeme kurumu sahip çıkmıştı. On sekiz
yaşımdaydım. Sokaklarda yatıyor, bazen bakkaldan ekmek çalıyor, karnımı
doyuruyordum. Çoğu zaman açtım. Açlık aklımı kaçırmama neden oluyor, kötü
şeyler yapmama neden oluyordu. Sokaklarda köpeklerle arkadaş, kedilerle yoldaş
oluyordum. İnsanlar benden tiksiniyor ben ise onlardan nefret ediyordum. Hep
aynı yerlerde geziyor, sağdan soldan geçenleri rahatsız edip para istiyordum.
Bazıları acıyan gözlerle cebindeki bozuk paraları veriyor, bazıları ise
küfürler ederek beni kovuyordu. Bir gün rahatsız ettiklerimden biri ‘’ Gel
bakalım şöyle’’ diyerek koluma girdi. Önce çok korkmama rağmen adını sonradan
öğrendiğim herkesin Ağa dediği bir adam beni fark edip bana bir şans verdi.
Bana her şeyim olan bu arabayı ve haralı verdi. Karşılığında ise benden sadece iyi
bir insan olmamı istedi. Ağa sayısı az olan iyi insanlardan biriydi. Benim de
iyi olmamı istiyordu. Bu mahallede herkes ağaya çalışırdı. Yaşlısı, genci,
engellisi, delisi ve bütün düşmüşler ağaya çalışırdı. Ağa bir kilo kâğıda tam on
dört kuruş veriyor. Tam tamına on dört kuruş ne eksik ne fazla. Kimsenin
hakkını yemezdi. Ağanın mahallede büyük bir deposu vardı. On dokuz tane geri
dönüşüm uzmanı çalışıyordu. Büyük bir tartısı ve üstünde büyük bir afişe
yazılmış fiyatlandırma listesi vardı. Bir kilo kâğıt on dört kuruş, alüminyum bir
buçuk lira, kutu bir buçuk lira, bakır, plastik, naylon, jelâtin beş kuruştu.
Geri dönüşümcülerin bayram etmesini sağlayan malzeme ise bakırdı. Bakırın
kilosu tam on iki liraydı. Ağa getirdiğin malı hemen tartar. Paranı eline
sayardı. Ağanın yanında Arap diye bir adam vardı. Ağanın yardımcısı gibiydi ama
o da bu işi yapıyordu. Ağanın yanında kalıyor, malları kâğıt, plastik, karton,
metal diye ayırıyordu. Ağa yemek söylediğinde muhakkak yanında arap oluyordu.
Kafasından çıkarmadığı beresi, bir düğmesi eksik olan yeşil gömleğine sığmayan
göbeğinin deliğini gösterip, sarı dişleriyle gülerdi. Arap bir ayı kadar güçlü
ama bir kaplumbağa kadar ağır hareket eden bir adamdı. Toplayıcılardan iki kat
daha fazla mal toplar, üç kat fazla yemek yerdi. Bana mıntıkaları öğretirken
gözlerini yukarı kaldırıp ‘’Allah şahit gardaş benim mıntıkama girersen bir
gece senin şah damarına jileti vururum’’diyerek beni korkuturdu. Sonra gözlerini
yüzüme çevirip, ‘’korkma la korkma’’derdi. Siniri ise hayata ve okutması
gereken iki kızına para göndermeye çalışması ile örtüşüyordu. Arap’ın çatık
kaşlarının bulunduğu yüzün altında, koca bedeninin arkasında kızlarını okutma
derdine düşmüş bir baba çaresizliği vardı. Biraz zaman sonra Arap’la gide gele
ben işi öğrendim. Mıntıkam belliydi. Herkesin bir mahallesi vardı. Bir gün Arap
yollarda arabası ile depoya gelirken bir kamyonun arkadan vurması ile vefat
etti. Depoya gelen haberle yıkılan Ağa kendini duvardan duvara vurdu. Ağa’nın
Arabı bu kadar sevdiğini ölünce anladık. İki ay sonra Arap unutuldu. Ben ise
işi iyice öğrenmiştim. Yetiştirme yurdunda ara ara gördüğüm kız kardeşim altı
yaşına geldiğinde ise Mehmet Manas isimli birisinin evlat edinmesi ile birlikte
hayatını kurtarmıştı. İlk görüşmede iyi insanlar olduklarını anlamıştım.
Rahatsızlık vermemek için iki ayda bir kere de olsa kız kardeşimi görmeye
gidiyordum. O artık Suna Mercan değil Suna Manas olmuştu. Her gittiğimde Mehmet
amca cebime para koymaya çalışır, ‘’gel bırak bu işleri’’ der, kız kardeşimin
gözyaşlarının akmasına sebep olacağını bilmeme rağmen kabul etmezdim. Mehmet
amca tüccardı. Eşi Nalân ise ev hanımıydı. Bir konuşmamızda Mehmet amca
‘’çocuğumuz olmuyor’’ demişti. Sıradan ve sıkıntılı bir yaşamları varken
kardeşimi evlat edindiler. Mehmet amca gözlük camlarını silerken kulağıma
eğilip ‘’Suna evin ışığı oldu be’’ derdi. Evlerine her gittiğimde yemeklerini
yer, kirli çamaşırlarımı temizleyen Nalân teyzenin ellerini öper, kardeşimin
‘’gitmeeee’’ diyerek kendini yerden yere atışlarını görür kahrolurdum. Gözyaşlarını
gördüğümde ise ona fark ettirmeden dolan gözlerimi yakama silerek arkamı dönerdim.
Arabamla o dik yokuşu koşarak çıkardım. Nefes nefese kalırdım ama yaşadığım
duygusal çöküş bazen insana gerektiğinden fazla güçlü olması gerektiğini
söylüyordu. Hüzün üstüne kurulmuş bir Dünya’nın adaptasyon sorunu yaşamayan
şanslı sayılabilecek nadir insanlarından biriydim. Mevsimler değişti, zaman
geçti. İyice alıştığım bu iş beni yormaya başlamıştı. Her gün durmaksızın dört
tur mıntıkamda dolaşıyor, yaklaşık on kilometre yol gidiyordum. Belirli bir
düzen tutturmuştum. Yazın sıcağı, ter ve susuzluğun üstüne bir de yorgunluk
eklenince ayaklarım su topladı. Hastalıklar baş gösterdi. Bir ay kadar dinlenip
biriktirdiğim paraları harcadım. Böylece günler geçiyordu. Mahallede çok
sevenim vardı, belki de bana acıyorlardı. İyileşene kadar bazen mahalle bakkalı
ekmek arası helva verir, bazen terzi yırtılan kıyafetlerime yama yamar, bazen
de fırında çalışan Sami abi‘’Çok sıkışırsan buraya gel’’ derdi. Hiç sıkışmadım
ama o lafı da hep aklımda tuttum. Gece olunca dik yokuşları olan Büyük tepe’ye
çıkar. Yağ tenekesinde ateş yakar kırık çaydanlığımda çay demlerdim. Çayı
içerken parıl parıl parıldayan şehre bakar, her gece sıcak sütünü içerek uyuyan
kardeşimi düşünürdüm. Ateşin sıcaklığı karşısında çöpten bulduğum kitabımı
okur, bu kitap belki de benim geri dönüşüme verdiğim kâğıtlar sayesinde kitap
olmuştur diye ümitlenirdim. Ümit etmek başlıca yaşam sebebiydi. Sonra arabamı
yatırıp içi karton, plastik, kâğıtla dolu olan haralın içine girer yıldızları
seyrederek uykuya dalardım.
Monoton
hayatım sessiz sedasız ilerliyordu. Gece soğuğunu yemiş derin derin
öksürüyordum. Arabayla sekiz kilometre gittikten sonra şeytan dürtmüştü. Aşınmış
ayaklarımla mıntıkamdan ilk defa çıkmaya niyetlendim. Arap’ın mıntıkasına
girmek istiyordum. Arap’ın mıntıkasını Hasan diye biri almıştı. Duyduğum kadarı
ile Hasan üşengeç bir yapıya sahip, nasıl olsa mıntıka benim diyenler gibi
düşünüyordu. Çok çalışmıyordu. Karşı da bulunan dar sokak Hasan’a aitti. Ağır
ağır ilerledim. Biraz korku, biraz endişe, biraz da heyecan sardı bedenimi.
Ellerim uyuşmuştu. Sokağın sonu yok gibi uzundu. Az ilerde bulunan direğin
dibindeki çöpü ve üç koli parçasını fark ettim. Sokağın yolları bozuk
olduğundan arabam sarsılıyor ve tangır tungur sesler çıkartıyordu. Çöpe
yaklaştım. Üç karton parçasını katlayarak haralın içine attım. Çöp poşetini
açtım bir pet şişe vardı. Onu da haralın içinde ayrı tuttuğum bir poşete
koydum. Mıntıka dışında ilk kez bir yerden mal topluyordum. Sokağın sonuna
doğru ilerlerken sokağın sağ tarafında olan yokuşu gördüm. Hızlanıp o yokuşu
kahkahalar atarak inecektim. Çünkü sadece yokuş inerken, bir de kardeşim beni
öpünce yüzümde bir gülümseme oluyordu. Arabanın soğuk metal destek noktasından
kavrayarak hızlandım. Ayaklarımdan destek alarak kaya kaya sokağın sonuna
geldim. Sokağın sonuna gelince bedenimi ani bir manevra yaparak sağa doğru çevirdim.
Önüme aniden fren ve korna sesinin birbirine karıştığı bir taksi çıktı. Arabam
yere yan düştü. Haralın içinden biraz karton ve pet şişe sokağa saçıldı.
Taksici kirli sakallı, saçları yok denecek kadar seyrek, gözleri ise yarım
yamalak açık bir şekilde bana baktı. Gözlerinde uykusuzluk ve bıkkınlık vardı. Elini
camdan sarkıtmış parmaklarının arasında tuttuğu sigarası bitmek üzereydi. İşte
‘’o bakış’’ dedim içimden. Nefret, acıma, egonun o vazgeçilmez üstünlüğü, hor
görme, bir köpeğin tekmelendiği an. Nefret duygusu. İşte taksicinin bakışı
buydu. Bütün bunların toplamı bu bakıştaydı. Taksici elini kapıya vurarak
‘’Ulan zaten bir faydan yok bir de zarar veriyorsun, bir de gelmiş önüme
atlıyorsun.’’diye bağırdı. Ben yere düşmüş haralı kaldırmaya çalışırken ‘’Lan
sana diyorum ölmek mi istiyorsun pezevenk’’ dedi. Dökülen malları harala
yerleştirmeye çalışırken aynı şeyleri tekrarladı. Kaldırdığım haralı yere
bıraktım. Çömeldiğim yerden kalktım. Taksici sigarasını atmış içerideki eliyle
bir şey aramaya başladı. Yanına gittim. ‘’Ne arıyorsun sopa mı?’’ diye sordum
ve devam ettim. Boğazım patlayacak kadar yüksek bir sesle ‘’ben mi bir işe
yaramıyorum dedim ben mi?’’ Yüzünde aradığı şeyi bulamamın telaşı içinde bir
ifade oluşan taksici yüzüme şaşkın bir korku içinde bakıyordu. ‘’Ben var ya ben
haftada 16 ağacı tek başıma kurtarıyorum’’dedim. Bir yandan da ayağımla attığı
sigarayı eziyordum. Artık bakışlarında merhamet dileyen bir korkak yatıyordu.
Ses tonunu yükseltmek ve kötü dış görünüş insanı bariz bir şekilde üstün
yapıyordu. Taksici korkmuş olacak ki birden dengesizce gaza bastı. Arabası yerde
bulunan arabamın koluna çarptı. Çarpmanın etkisi ile arabasından yere düşen
dikiz aynası yuvarlana yuvarlana arabamın önüne düştü. Bu ayna taksicinin bana
bıraktığı küçük bir hatıra olarak kaldı. Uzun zamandır aynaya bakmıyordum. Aynayı yerden kaldırdım. Kendime baktım.
Oldukça zayıflamış ve bir o kadar da kirlenmiştim. Halime gülümsedim. Ağzımı
açınca ne zaman kırıldığını bilmediğim kırık dişimi gördüm. Orada olmadığını
görmek, eksik yanlarımı bilmeme neden olmuştu. Sonra uzun uzun aynaya bakarak
düşündüm. Okuduğum kitapta yazıyordu. Tarihte ilk kez dikiz aynasını bir kadın bulmuştu.
Bunu hiç kitap okumayanlar nereden bilecekti?
Yorumlar
Yorum Gönder