Kadın



‘’Ben onun sevgisinin benim üstümde yoğunlaştığını biliyorum’’ dedi. Kapıyı çarptı. Çarpmanın etkisi ile kapının üstünde asılı duran Latince tablo sallandı ve düştü.  Tabloda Alea iacta est (zar atıldı) yazıyordu. Jul Sezar zaferle sonuçlandırdığı Galya seferi sonrasında, söylediği bu söz ile tarihe geçmişti. Bu söz bir savaş sonrası söylenmişti. Meryem elbette bunun bir savaş olduğunu bilmeyerek bu hediyeyi almıştı. Ama zarlar çoktan atılmış, savaş bitmişti. Dört buçuk senelik evliliği de tablo gibi kırık dökük anılarla yerle bir olmuştu. Onu asıl yaralayan kalbinin de, aldığı hediyenin de aynı kişi tarafından parçalanmasıydı. İlk kez tuttuğunda Meryem’in ellerinin içinin terlemesini gören Yusuf ‘’ Bu eller kimin için terliyor ’’ diye sorunca yanakları kızaran Meryem gözlerinin tüm ihtişamı ve ürkek sesi ile ‘’ Senin ’’ diyebildi. O zaman da mutluluktan ve heyecandan yüreğinin parçalanacağını sanan Meryem bugün de aynı duyguyu yaşıyordu. Heyecanlıydı ama mutlu değildi. Ve üstelik yüreği yine paramparçaydı. Meryem o günü hatırladı. Ellerini göz hizasına getirerek inceledi. Belirginleşen damarlarına baktı. ‘’ Ne kadar da soğuksunuz’’ diye mırıldandı. Fazlasıyla fazla olarak gözüne çarpan bu uzuvlarını istemedi. Nereye koyacağını bulamadı. Ellerini görmemek için hırkasının ceplerine sıkıştırdı. Yusuf’un arkasından son kez bakmak istiyordu. Balkona doğru yürüdü. Kapıya yaklaştıkça sokağın bütün hüznü yüzüne çarpıyordu. Açık kapıdan kafasını uzattı. Hem bakmak istiyordu hem de baktıktan sonraki yıkıma nasıl dayanacağını hesap ediyordu. Cesaretini toplayıp balkona doğru ilk adımını attı. Oyun oynayan çocukların dışında kimsecikler yoktu. Biraz sonra bütün sesleri bastıran tiz bir sesle sokağa çıkan kapı açıldı. Binanın altından usul usul sokağın çıkışına doğru ilerleyen Yusuf’un her adımı Meryem’in kulağında yankılanıyordu. Meryem seslenmek istedi. Boğazına düğümlenen kelimeler ağzından çıkmadı. Balkon demirlerinden destek alarak bulunduğu yere doğru yavaşça dizlerinin üzerine oturdu. Yüzünü soğuk demirlere yasladı. Hıçkırıklarına karışan gözyaşları görülmüyor, her damla ise dizlerinde birikiyordu. Soğuk elleriyle yüzünü kapadı. Gözlerini açtığında Yusuf yoktu. Ağladı, ağladı, ağladı. Yusuf gözden kaybolunca artık dönmeyeceğini biliyordu. Bu kadar üşüyeceğini tahmin etmemişti. Gözyaşlarını elleriyle gizleyip dolan gözlerini kimseye göstermeden sildi. Konu komşu onu böyle görmesin diye gücünü toplayıp kendisini içeri attı. Kapıyı kapatıp bulunduğu yere oturdu. Sırtını artık soğuk duvarlara yaslıyordu. Bacaklarını karnına doğru çekti. Kafasını eğdi. Oturduğu yerden ayak parmaklarına baktı. Hatıralar aklından bir bir geçiyordu. Yusuf’un yüzü aklından gitmiyordu. Yeni sildiği gözleri tekrar dolmaya başladı. Kafasını kaldırırken ayaklarının hizasında bir kâğıt parçası gördü. Dolan gözleri boşalmaya hazır olduğundan etrafı seçemiyor, bulanık görüyordu. Ellerinin tersi ile gözlerini tekrar ovuşturdu. Artık daha net görüyordu. Narin bir hareketle kâğıda doğru uzandı. İnce bilekleri bir ok gibi hızlıydı. İki parmağı ile kâğıdı yerden aldı. Katlanmış olan bu kağıt parçası Yusuf’un cebinden düşmüş olmalı diye düşündü. Tekrar soğuk duvara yaslandı. Telaşla, dört kere katlanmış beyaz kağıdı açtı. Kötü bir el yazısı ile yazılmış cümleleri gördü. Tekrar buğulanmış olan gözleri, titrek sesi ile yazanları okumaya başladı.
‘’Ruhumun derinliklerinde suladığım ağaçlarım
bir gün benim de büyümemi sağlayacak
uzayan dallar gibi uzatacağım ellerimi sana
ellerim dallar gibi kirli
ellerim dallar gibi kibirli
ellerim dallar gibi kabuklu ve
ellerim dallar gibi doğal
ben senin göz aşinalığın, ben senin avuç içi sıcaklığın,
ben senin ücra noktaların ve
içimde biriken su birikintilerinde yüzen çocuklar,
çocuklar
gözyaşlarım.’’
           
Bunları okuduktan sonra Meryem’in nemli gözlerinden yaşlar defalarca kez akmaya devam etti. Kesilen nefesi hıçkırıklarına karışıyordu. Bu sözlerin yazılmasına vesile olan kimdi? Ya da bu sözleri yazan kimdi? diye aklından defalarca geçirdi. Aldatıldığını içten içe kabullenmişti. Bir hışımla ayağa kalktı. Çaresizdi. Ne yapacağı hakkında bir fikri yoktu. Dökülen gözyaşları ile ıslanmış olan kâğıdı seri hareketlerle un ufak etti. Dört buçuk senedir evli olan kocası kimin için evi terk etmişti. Bu düşünceler aklını kurcalarken hızlı adımlarla banyoya yöneldi. Kaygan zemin üzerinde durmaya çalışırken dengesini kaybedip sırt üstü yere düştü. Yeni duş almış olan kocası yerleri ıslak bırakmıştı. Tutunacak bir yer aradı. Hissel ağrısına bir de fiziksel ağrısı eklenmişti. Küvetin kenarına iliştirdiği ellerinden destek alarak kendini çekip ayağa kalktı. Düşmenin etkisi ile sarsılmıştı. Başı ağrıyordu. Aynanın karşısına geçti. Kendisini süzdü. Kafasındaki çiçekli bandanayı çıkardı. Gözlerinin içi kızarmış, gözaltlarındaki morluklar belirginleşmiş, yüzünde ise boş bir ifade vardı. Göz bebekleri aynadan aşağı doğru kaydı. Lavabonun üstünde bulunan tarakları, diş macununu, diş fırçalarını, pamuklu çubukları, sabunluğu ve Yusuf’un lens suyunu elinin tersi ile itti. İntikam almak istiyordu. Aklına annesinin aldığı çatal bıçak takımı geldi. Hiç olmayacak zamanlarda olmayacak şeyler ilişirdi aklına. Annesi getirdiğinden beri yatağın altında öylece duruyordu. Neden onları oraya koydum ki diye aynanın karşısında bağırmaya başladı. Önemsiz görünen şeylerin neden hep merdiven altlarında, yatak altlarında, masa altlarında olduklarını düşündü. Alanlar mı önemsizdi yoksa alınanlar mı? Annesi önemsiz olamazdı. Aramak istedi. Titrek elleri ile ceplerini karıştırdı. Telefonunu arıyordu. Bulamadı. Vazgeçti. Çatal bıçak takımının, özellikle bıçakların keskinliğini bileklerinde denemek gibi bir düşünce zihninden bir rüzgâr edasıyla serince geçti. Elinin tersi ile ittiği eşyalara son kez bakıp, yatak odasına doğru yürümeye başladı. Her adımında ölüme gitmek düşüncesi kalbini serinletiyordu. Yatak odasına geldiğinde bozuk yatak örtüsüne aldırmadan eğilip yatağın altındaki çatal bıçak setinin bulunduğu kutuyu gün yüzüne çıkardı. Kapağı kaldırdı. Parıldayan bıçaklardan birini eline aldı. Teninde gezdirerek bileklerindeki soğukluğa soğukluk kattı. Gözlerini kapatıp içinden dua etmeye başladı. O sırada dışarıdan uğultu gibi başlayan ama odaklanınca daha da artan sesler yükseldi. ‘’Meryem ablaaa, meryemm abla, meryeeem abla’’  İsmini duymaya başladı. Telaşlandı. Yusuf’a bir şey oldu sandı. Bıçağı elinden yere düşürdü. Yine de sükûnetini korudu. Hiçbir şey olmamış gibi nemli gözlerini sildi. Yüzüne normal bir ifade takınmaya çalıştı. Aklına kötü şeyler getirmek istemiyordu. Kendi kendine kısık bir sesle’’Tamam, sakinsin. Meryem sakinsin’’ diyerek kendisini kandırmaya çalıştı. Balkona geldiğinde seslerin çocuklardan geldiğini anladı. Balkondan aşağı doğru çocukların olduğu yere baktı. Altı çocuk aynı anda bağırmayı kesti. Zor bir dönemin en zor anlarından birinde böyle küçük sürprizlerle yaşamı hatırlatıyordu insan insana. Ayağının yanında duran çamaşır sepetini ufak bir ayak hareketi ile kenara itti. Sesi çıkmayacak kadar güçsüzleşmişti. Ağlamaklı ve kısık bir ses tonuyla ‘’Ne oldu çocuklar’’ dedi. Çocuklar aynı anda ‘’ Top balkona kaçtı’’ diye bağırdılar. Meryem elleriyle yaslandığı balkon demirinden güç alarak kafasını önce sağa sonra sola doğru çevirdi.  Küçük saksıların arasında kendini oraya aitmiş gibi hisseden sarı plastik topu gördü. Çocukların yan yana dizilmiş olmaları, bu şirin tavırları, masumane bakışları ve aynı anda bağırıp aynı anda susmaları Meryem’in içine minik bir yaşama sevinci katmıştı. Topu aldı havaya kaldırdı. Bir an için her şeyi unutmuş, gülümsemişti. ‘’ Bu top kimin’’diye sesinin son gücüyle bağırdı. Çocuklar heyecanla zıplayarak ‘’Bizimmmmm’’ diye karşılık verdiler. Meryem çocukların heyecanlarını, mutluluklarını ve heveslerini içinde hissetti. ‘’Alın bakalım’’ diyerek topu Yusuf’un gittiği yöne doğru fırlattı. Çocuklar topun gittiği yöne doğru koştular. Meryem arkalarından buruk bir gülümseme ile çocukların koştuğu yöne doğru baktı.

Yorumlar