Soğuk bir kış gecesinin karanlığından içeri
girdi. Topladığı odun parçalarını girer girmez sobanın yanına bıraktı. Önce kollarını
sonra bacaklarını silkeledi. Üstündeki bütün çer çöp yere döküldü. Yavaşça
eğilip gözle görülen parçaları aldı. Gözlüklerinden yansıyan odun ateşi
gözlerimde yankılandı. Sobanın küçük deliğinden içeri bıraktı. Damarlı elleri soğuktan bembeyaz olmuştu. Bir
süre dışarı doğru uzanan soba borusunu gözleriyle takip etti. Ellerini soba
borusuna yasladı. Perdenin aralanmış kısmından Ay ışığı ile beliren kar
yağışını izledi. Demir çubuğu, asılı olduğu yerden aldı. Sobanın sıcak olan alt
kapağını açtı. Yanmakta olan odun parçalarını çubuğun yardımı ile karıştırdı.
Odun parçaları karışınca közler ortaya çıktı. Odun ateşinin parlamasıyla ellerinin kararmış
tarafları daha da belirginleşti. Sobanın yanına yığdığı odunlardan iki büyük
parça aldı ve sobanın içine attı. Benim onu izlediğimi bilmiyordu. Bir an dönüp
yüzüme baktı. Bana dönünce hiç olmadığım kadar dikkat kesildim yüzüne. Attığı
odunlarla beraber oda daha da ısınmış, ateş daha fazla ışık saçmıştı. Sobadan
gelen sıcak ışıkla beraber yüzünün kurumuş topraklar gibi çatlak çatlak
olduğunu farkettim. Kısa seyrek saçları, yeni uzamaya başlamış sakalları, nemli
gözleri, yüzüyle orantılı yuvarlak çenesi ve büyük burnu ile büsbütün karşımda
duruyordu. Yüzüme bakmayı bırakıp odunları karıştırmaya devam etti. Belini
tutarak eğildiği yerden kalktı. Üstündeki kadife ceketi çıkarıp kasketiyle
beraber kapı arkasındaki çiviye astı. Sanki ruhunu asar gibi yorgundu. Ceketinin
iç cebinden çıkardığı sigarasını dudaklarına götürdü. Diğer eliyle çakmağını
ateşledi. Elleri isten kapkara olmuştu. Sobanın karşısındaki tahta sandalyeye
oturdu. Oturmasıyla göz hizama gelen gölgesinin yorgun silueti her an bulunduğu
yerden kaçacak gibi duruyordu. Gidememek ya da ölememek onu perişan bir hale
sokmuştu. Ben gölgesini bırakıp göz
ucuyla onu seyretmeye devam ediyor, o ise ben yokmuşum gibi davranmaya devam
ediyordu. Sandalyenin yanındaki meşe ağacından yaptığı küçük masaya dirseklerinden
destek alarak yaslandı. Sigarasından ilk nefesini çekti, odanın içine
bırakıverdi. Diğer eliyle masanın
üstünde duran eski radyoyu açtı. Bu dağ başında çekmeyen radyodan cızırtı
dışında bir ses gelmiyordu. Kulübedeki sessizliği bozmuştu. Frekanslarla oynayıp
durmaya başladı. Fakat cızırtının kalınlaşması incelmesi dışında bir farklılık olmadı.
Ufak bir melodi duyunca oynamayı bıraktı. Melodiye eşlik etmeye çalışıyor.
Yarım ağız bir şeyler tekrar ediyordu. Yaşlı gözleri çıtır çıtır yanan odunlara
daldı. Bir şey diyecekti. Vazgeçti. Bir nefes daha çekti ciğerlerine. Ardından
bir iki kere ciğerlerini bırakacak kadar derinden öksürdü. Kendini toparlayınca
tekrar yüzüme baktı. Orada olduğumu hatırlar gibi, beni ilk kez görür gibi, bu
evdeki tek sesin çekmeyen radyonun cızırtısı olmadığını anlar gibi yüzüme
baktı. Belki de beni anlamaya çalıştı. Odunların harlanmasıyla beliren ışıkla
beraber gözlerinin içi görünüyordu. O an anladım ki gözlerinin içi ölmüştü.
Dudaklarından nefes sessizliğinde şu sözler döküldü
‘’Bir
insan öldüğünde önce gözlerini unutursun, sonra dudaklarını ve burnunu... Sonra
alnını, kulaklarını ve saçlarını... En son gülümsemesini unutursun. Bu, durgun
bir suya taş atmaya benzer. Taşı attığın yerde oluşan dalgalar, haleler halinde
dağılır insanın zihninde... Haleler durduğunda ise nihayet unutulur ölen insan.”
Masadan
destek alarak ayağa kalktı. Sigarasını sobanın üstünde bastıra bastıra söndürdü. Öksürmeye
devam etti. Attığı her adımda gıcırdayan tahtaların eşliğinde ağır ağır
odasının yolunu tuttu.
Yorumlar
Yorum Gönder