Evrenin bütün suçlarıyla
beraber şehrin altında yaşayanları örten o kara toprak artık bir tenin bir
kolun ve bir elin parmaklarının arasından akıyordu. Toprak yine kendisi ile
örtüyordu soğukluğunu. Dalgın gözlerle mezar taşının etrafında bulunan otlara,
sonbaharın esintileriyle düşen sararmış yapraklara, yıldırımın gövdesinde
açtığı yarayla ortalık yere düşen ağacın telaşına ve içinde bulunan kaosa
rağmen ona yaşama sevinci vereceği ümidiyle kuşların sekerek etrafında gezdiği
içi su dolu mermer kâseye bakıyordu. Bunlara bakarken karanlıkların içinde
kalan karamsarlığının esiri olmuştu. Hiç dinmeyeceğini düşündüğü ama aslında
ona daha fazla yaşaması için gerekli olan benliğinin en ücra, en bilinmeyen ve
en dipsiz kuyularında bile hissedebileceği bir acı peyda olmuştu bünyesinde.
Acı o kadar canını yakmıştı ki gözlerinden akan yaş ile ifade edilemezdi. Ruhunu
ayak parmaklarından kerpetenlerle çekiyorlardı. Bir doğum acısı gibi
kemiklerini en ağır darbelerle kırıyorlardı. Takatsizdi. Derin derin nefes
alıyordu. Her aldığı nefeste şişen göğsü yerini acı bir boşluğa bırakıyordu. Ayağa
kalkacak hali yoktu. Bu duruma alışmaya çalışıyordu. Dünyayı olduğu gibi kabul
edecekti artık. Acısıyla acısıyla ve acısıyla…
Bulutlara baktı. Koyu bulutlara. Birazdan ona
eşlik edecek kapkara bulutlara. Gitmeseydi, ceketinden kopan mavi düğmeyi
dikecekti. Ama mavi düğmeyi kaybetmişti. Onun yerine aralarında sırıtacağını
bile bile turuncu bir düğme önerecekti. Hem en sevdiği rengi bildiğini ima
edecek hem de gülümsemesini bekleyecekti. Eğer ölmeseydi... Bunları
düşünürken yalnız başına beklediği ağacın altında yarım ağız güldü. Acısı
hafiflemiş gibiydi gülerken; anılar, acıları bastırabilir ve hatta bazen anlık
olarak yenebilirdi diye düşündü. Bu hayatın kısa galibiyetlerinden biriydi.
Mutluluk bitti. Yine aynı his bilincini ele geçirir gibi bünyesini kapladı.
Acı.
İçi oyulmuş bir dişin boşluğu gibi hissediyordu. Geçici olarak doldurulsa da her zaman o yapaylığı hissedeceği bir boşluk. İlk gök gürültüsünün çığlığı, gagalarını mermerin içine daldırmış olan kuşları telaşlandırdı. Gagalarında tuttukları su damlacıkları damla damla düşüyordu mermerin soğuk tenine. İkinci gök gürültüsü ile bağırarak kanat çırpıp havalandılar. Bir süre onların havalanışını ve rüzgâra karşı koyan kanat çırpışlarını izledi. Esen rüzgâr onu da etkilemiş gibiydi. Ellerini ceketinin ceplerine sıkıştırdı. Bulunduğu yere çömeldi. Tekrar kuşlara baktı onları göremedi. Cebinde daha önce koymadığı bir şey olduğunu fark etti. Yumuşacıktı. Önce eliyle ne olduğunu anlamaya çalıştı. Sonra dayanamayıp iki parmağı ile yavaş yavaş dışarıya doğru çekti. Turuncu üzerine beyaz puantiyeli olan bez parçası uzadıkça uzuyor dışarı nazlı nazlı çıkıyordu. Bileğine dolayarak çıkardığı bez parçası geçen hafta ‘’ ne kadar da yakışmış’’ dediği şaldı. Sinema çıkışında göremediği şal karanlığın içinde ceketinin cebine ilişmişti. Şalın akıbetini merak etmiş ama sormamıştı. Aklında ise ‘’ Bu nasıl olur? Bunu nasıl bilebilir? ’’ sorularının cevabını aramaya başlamıştı. Yağmur başladı. Yorgun gözlerinin daha fazla akıtamadığı gözyaşları yüzünde kurumuştu. Tuzla karışık yağan yağmur dudaklarını ıslattı. Hafifçe yüzüne yaklaştırdığı şal; saçlarının, boynunun, avuç içlerinin kokusunu burnunda mistik bir şölene dönüştürüyordu. Her kokuyu birbirinden ayırt edebiliyordu. Ağacın dalından destek alarak ayağa kalktı. Sanki yüzüne bakar gibi mezar taşına baktı. Yarasının açıkta kalacağını bile bile bileğindeki şalı çıkardı. Elleriyle her santimini yoklayıp, kokusunu son kez içine çekti. Ağacın gövdesine bağladı. Şal güçlü rüzgârın etkisiyle sağa doğru uzanmış yol gösterir gibi uçuşuyordu. Arkasına bakmadan yürümeye başladı. O ise bağlı olduğu ağaçtan kokusunu bıraktı rüzgârla dünyaya.
İçi oyulmuş bir dişin boşluğu gibi hissediyordu. Geçici olarak doldurulsa da her zaman o yapaylığı hissedeceği bir boşluk. İlk gök gürültüsünün çığlığı, gagalarını mermerin içine daldırmış olan kuşları telaşlandırdı. Gagalarında tuttukları su damlacıkları damla damla düşüyordu mermerin soğuk tenine. İkinci gök gürültüsü ile bağırarak kanat çırpıp havalandılar. Bir süre onların havalanışını ve rüzgâra karşı koyan kanat çırpışlarını izledi. Esen rüzgâr onu da etkilemiş gibiydi. Ellerini ceketinin ceplerine sıkıştırdı. Bulunduğu yere çömeldi. Tekrar kuşlara baktı onları göremedi. Cebinde daha önce koymadığı bir şey olduğunu fark etti. Yumuşacıktı. Önce eliyle ne olduğunu anlamaya çalıştı. Sonra dayanamayıp iki parmağı ile yavaş yavaş dışarıya doğru çekti. Turuncu üzerine beyaz puantiyeli olan bez parçası uzadıkça uzuyor dışarı nazlı nazlı çıkıyordu. Bileğine dolayarak çıkardığı bez parçası geçen hafta ‘’ ne kadar da yakışmış’’ dediği şaldı. Sinema çıkışında göremediği şal karanlığın içinde ceketinin cebine ilişmişti. Şalın akıbetini merak etmiş ama sormamıştı. Aklında ise ‘’ Bu nasıl olur? Bunu nasıl bilebilir? ’’ sorularının cevabını aramaya başlamıştı. Yağmur başladı. Yorgun gözlerinin daha fazla akıtamadığı gözyaşları yüzünde kurumuştu. Tuzla karışık yağan yağmur dudaklarını ıslattı. Hafifçe yüzüne yaklaştırdığı şal; saçlarının, boynunun, avuç içlerinin kokusunu burnunda mistik bir şölene dönüştürüyordu. Her kokuyu birbirinden ayırt edebiliyordu. Ağacın dalından destek alarak ayağa kalktı. Sanki yüzüne bakar gibi mezar taşına baktı. Yarasının açıkta kalacağını bile bile bileğindeki şalı çıkardı. Elleriyle her santimini yoklayıp, kokusunu son kez içine çekti. Ağacın gövdesine bağladı. Şal güçlü rüzgârın etkisiyle sağa doğru uzanmış yol gösterir gibi uçuşuyordu. Arkasına bakmadan yürümeye başladı. O ise bağlı olduğu ağaçtan kokusunu bıraktı rüzgârla dünyaya.
Yorumlar
Yorum Gönder